"Kişinin burnunun ucunda olanı görmesi sürekli bir mücadele gerektirir" George Orwell : (Günah Keçisi)

19 Eylül 2025 Cuma

Zonguldak

Kentin Balkonu
LİMAN ARKASI
Zonguldak : Eylül 2025









 F: İbrahim  Akyürek 

Çatalağzı

ÇATALAĞZI
ve Çatalağzı Belediyesi
Şehitler ve Gaziler Parkı
Eylül 2025








F: İbrahim  Akyürek 

14 Eylül 2025 Pazar

Mallaşıyoruz

 

“Sayın Hayvanlar”ı anlamak üzerine bir yazı    
İbrahim Akyürek   2011

Atilla Öksüz geçenlerde Pusuladaki köşesinde sert bir yazı yazdı. Piknik yeri ve plaj gibi kamusal alanlarda bırakılan poşet, bez, izmarit gibi çöplerin sahiplerine, mangalcılara dokunarak “Sayın Hayvanlar” başlığı altında içini döktü:

“Türklük, Müslümanlık böyle bir şey mi”

“Yarın yeniden buraya geleceklerini nasıl akıl
edemezler”

“Üstelik hepsi okumuş, görmüş geçirmiş, evinde titiz, bahçesinde çöp atmayan mahluklar” dedi.

Yani, hepimizin içinden - dışından kızıp söylendiği noktalara dokundu. Okurları Atilla’nın gözlemlerine katılarak “anlamak mümkün değil” biçiminde şaşkınlıklarını bıraktı.

Ben bu durumlarda gayet sakinim. Nedenini sorarsanız kızgınlığımı fırsata çevirip günümüzde olup bitenleri anlamlandıran kitaplara öncelik tanıyorum.

Daha yarısına gelmediğim, elimin altındaki “Yeni Bireycilik” kitabı “boşuna sinirlenmeyin anlamak mümkün” dedirtiyor insana.

Zaten sanat, bilim anlamak, sakinleşmek çabası değil mi?

Mallaşıyoruz
Piknik ve plaj gibi yerler kamusal alan, toplumun karşılaştığı yerler diyorsanız en başında Reagan’ın, Özal’ın ideolojik ve dönemsel eşiti; Erdoğan'ın tam gazla yolundan gittiği önceli, özelleştirmenin kraliçesi Margaret Teacher'ın “Toplum diye bir şey yok, sadece bireyler ve aileler var” ünlü sözünü kitaba bakarak anımsamakta yarar var.

Birey derseniz, kitabın yazarlarına göre “arzuların özelleştirilmiş bölgesi” oluyor. “Piyasanın yaratıcı yıkımı” bireyi “anlık haz”, “yalıtılmış hazcılık” ile tüketimin nesnesi yapıyor.

“Yarın buraya geleceklerini nasıl akıl edemezler” diye sinirlenen Atilla’yı kitabın iki yazarı şöyle yanıtlıyor sanki: 
“ne alırsam ben oyum” diye malzemeleri aldılar plaja, pikniğe geldiler. Yediler, içtiler, tükettiler daha sonra “bütün bunlar çok aptal ve anlamsız” diye iç geçirerek kamusal alanı çöplüğe çevirip terk ettiler.

Yolumun üzerindeki dükkanların camlarına bakarken mala, mülke, tüketime davet eden reklam afişlerindeki mutlu insan tipleri bir süredir beni tedirgin etmeye başlamıştı. Mutluluk ağızlarına kondurulmuştu sanki. Sonra sonra ağzın haz almanın tek önemli noktasına dönüştüğünü sezdim. Bunların aklı ağzında demeye başladım. Sinirlenmemek için reklam ve tüketimle ilgili kitaplara öncelik verdim. Kitabın birinde sosyoloji eğitmeni makalesinde reklamlardaki bu suratlara “kamusal yüz” dendiğini belirtip kızgınlık, şaşkınlık gibi yedi ayrı temel yüz ifadesi arasında mutluluk ifadesi oranının %70 olduğunu açıklayınca gözlemci yanım adına sevindim.

Aslında Atilla’ya, şaşırmalarımıza en sağlam yanıtı kapitalizmin eleştirel gözlemcisi Marx veriyor. İnsanın kendi ürettiklerine bile yabancılaşmasına değinen felsefeci giderek malların insan, insanların mal özellikleriyle tanımlandığını vurgular. Gazetelerdeki otomobil reklamları için atılan başlıklara, konan metinlere biraz dikkat edin bu araçların insan özellikleriyle çekici kılındığını anlarsınız.

"Akıllı telefonlar", "akıllı çamaşır nakinelerı", "akıllı evler" çoğalırken; insan aklının ağzında toplanmasına bakarak “Atilla haklı, mallaşıyoruz" dersek sinirlenmiş olmayız, anlamış oluruz.

 Yeni Bireycilik, Küreselleşmenin Duygusal Bedelleri
Anthony Elliott - Charles Lemert
Sel Yayınları 2010 

2011
    
2014 

12 Eylül 2025 Cuma

Ne yazdılarsa yaptılar;

  

                                  Temiz Eller - Hakan Gürsoytrak 
       
...24 ocak kararlarının eksik yönlerinin 12 Eylül iktidarı tarafından tamamlanması beklenmektedir. Yani KİT’ler ıslah edilmeli, vergi reformu yapılmalı, endüstriyel ilişkiler sosyal adalet ve barış ilişkileri ışığında düzenlemelidir. Ekonomi liberalleştirilmeli, yabancı sermayeye kolaylıklar tanınmalı, devletçilik ancak zaruri hallerde başvurulacak bir uygulama olmalıdır. Ekonomi yeniden yapısallaştırılırken, dünya ekonomisi ile kaynaşmaya geçilmelidir. Çağdışı kambiyo himayeleri bırakılmalı, adım adım Türk lirası konvertibiliteye itilmelidir. Bütçenin açık finansmanından vazgeçilmeli, para basımına siyasi müdahalelerden vazgeçilmelidir. Gereksiz istihdamla devlet kadroları şişirtileceğine işsizlik sigortası ile gerçekçi bir sosyal güvenlik sistemine gidilmelidir. Tutarlı ve kanımızca ülke için yararlı olan budur.” 
Milliyet Gazetesi Başyazısı

18 Kasım 1980 (Darbeden iki ay sonra) 

10 Eylül 2025 Çarşamba

Filyos Ateş Tuğla Fabrikası,

 3 yılda yapıldı, 75 yıl hizmet etti, 7 günde yıkıldı

Cumhuriyetin en önemli sanayi tesisi olarak 1938’de hizmete başlayan Karabük Demir Çelik Fabrikasının refrakter tuğla ihtiyacını karşılamak üzere 1945’te temeli atılıp 1948’de üretime başlayan Filyos Ateş Tuğla Fabrikası, özelleştirilerek, 1997’de, çok ortaklı bir firmaya devredildi. Daha sonra Demir ailesinin eline geçen fabrikanın 2023’de üretimine son verildi. İki aile arasındaki alışveriş nedeniyle İş İnsanı Teoman Papila’ya devredilen fabrikanın üretim birimleri geçtiğimiz yıllarda Düzce’ye taşındı.

BİR HAFTA İÇİNDE ANA BİNA VE EKLENTİLERİ YIKILDI

Çeşitli kısımları birinci, ikinci ve üçüncü derece sit alanı üzerinde olan fabrika, 75 yıllık hizmetinin ardından yıkılmaya başladı. Bir hafta içinde ana bina etrafındaki bazı eklentileri yıkılan fabrikadan geriye yalnızca bacası ve etrafındaki mimari önem taşımayan bazı binalar kaldı.

ENDÜSTRİ MİRASI OLARAK MUTLAK KORUNMASI GEREKİYORDU

Zonguldak ve Filyosluların hatırasındaki yeri, kentin ekonomik sosyal gelişimine yaptığı hizmet, ülke ekonomisine sunduğu katkı, mimari özellikleri ve erken cumhuriyet döneminin bir eseri olması nedeniyle, bir endüstri mirası olarak mutlak korunması gereken fabrika, 7 günde resmen yok edildi.
 
33 DÖNÜM ALAN İMARA MI AÇILACAK?

 

7 Eylül 2025 Pazar

“askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar”


 
“Savaş Gibi
İbrahim Akyürek, 2011
Filyos’a (Zonguldak) yaptığımız gezilerin birinde sahile paralel yürürken ateş tuğla fabrikası sosyal tesisinin harabe durumunu görünce Mustafa (Eyriboyun) söylenircesine "savaş gibi” dedi.

İçimden “doğru, bu bir savaşın sonucu” dedim. Kamu mallarının elden çıkarılması, sosyal tesislerin, lojmanların, devletin işlettiği ne varsa elden çıkarılması, sosyal hakların budanması bir savaş olmadan mümkün mü?

Bu savaşın taraflarını hadi söyle derseniz; 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrası Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in şu çok bilinen sözünü anımsatmam yeterli mi: "Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra bizde".

Yetmedi mi, kendi tanıklığımı yinelememe ne dersiniz: Darbenin sabahı radyoda ilk sıkıyönetim bildirileri okunurken balkonlarımızda karşı karşıya geldiğimiz emekli albay “askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar” demişti. Albay tam 12’den vurdu (tutturdu). İşveren Sendikası Başkanlığı yapmış işadamı Turgut Özal’a, askerlerin kurduğu hükümetin ekonomi işleri verildi.

Savaş durmadı, yıllar yılları ve seçimler seçimleri izledi. Ölümleri kuşkuyla dolu, acılarını sadece yakınlarının anımsadığı asker/polis/politikacı/gazeteci/yurttaş listesine bir de Cumhurbaşkanı konumundaki Turgut Özal eklendi.
 
Ama ben savaş falan ortada görmüyorum derseniz haklısınız. Ortada filmlerden bildiğimiz savaş yok. Tersaneleri, limanları, yaylaları, sahilleri işgal güçlerinin “düşman” askerleri ele geçirmiyor. Alıştığımız, kanıksadığımız, günlük hayatımıza yedirdiğimiz, ölüleri belli ancak savaşçıları, tarafları belirsizleşmiş savaş var ülkemizde ve dünyada.

12 Eylül 1980 darbesi sonrası Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri ve işçi temsilcileri yargılanırken askeri savcının “savaş hükümlerine göre” diye bir maddeyi işleme soktuğunu gazetede okuduğumda şimdi bu işin adı doğru kondu demiştim.


Sanmayın ki, bu savaş sadece bizde var. Zonguldak’taki gibi terk edilmiş kamu binaları Almanya'da, Ukrayna’da, Romanya’da, Polonya’da, İngiltere’de de var. 1980’lerde Turgut Özal; generalleri, tankları, kışlayı, televizyonu, camileri, üniversiteleri, sanatçıları, köşeyi dönme meraklısı seçmenini arkasına aldığı zaman, aynı zaman diliminde İngiltere’de Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan medyayı, kanunları, polisi, kiliseyi, uyuşturucuyu yanına alarak kendi iç savaşlarını yürütüyordu. İngiltere’de, Amerika’da maden ocakları kapatılıyordu.


Savaş şu anda da sürüyor. Kredi kartlarının, tüketim hırsının ortalığı kaplamadığı, obezitenin bilinmediği, gençlerin uyuşturucuyla kafayı sıyırmadığı, teknoloji başında çocukların günde dört saatini harcamadığı, gıdaların kimyasallarla şişirilmediği, öğrencilerin sınavlarda at gibi yarıştırılmadığı, sabah akşam borsa haberlerinin okunmadığı; arıların, kelebeklerin kafalarına göre uçtukları, insanların dayanışma içinde olduğu “ilkel, gelişmemiş” 22 ülke kalmış. Bu ülkelerin çoğu Afrika, Ortadoğu ve Orta Asyadaymış..

Haberlere lütfen dikkat edin; şu anda süren iç ve dış savaşların bu bölgelerde geçtiğini hemen bulursunuz. Şu anda bizi en tepeden yönetenlerin yanlarına aldıkları uçak dolusu AKP’li, CHP’li, MHP’li işadamı ile en çok bu bölgelere uçtuklarını keşfedersiniz. İnşaatçı örgütlerinin ticari hesaplarını bu bölgelere göre yaptığını okur,  şaşarsınız. Bu uçak dolusu sınır ötesi hırslı erkek girişimcinin eş ve çocuğunun ruh hali nedir diye tasalanırsınız. Belki de “azılı teröristlerin” bu 22 ülkeden çıkmasına benim gibi şaşmaz, uzun bir mola verip “terör”, “terörist" nedir, bize öğretilen tarifler ne işe yarar bir kafa yorsak dersiniz. Bu öğrendiğimiz gibi olmayan kesintisiz savaş hallerinde seçim sandıklarının anlamını bir düşünsek dersiniz. 
 
2011 
2014

 

7 Ağustos 2025 Perşembe

Soğuksu

  

İFSAK BLOG

Ozan Sağdıç

Durmaya Övgü: "Kımıldama, Kıpırdama, Kıkırdama Çekiyorum!"

Mahalle oyunlarımızdan biri tıp oyunuydu. Hareket halindeki herkes tıp çağrısıyla dururdu. Kımıldayan oyun dışı kalırdı. Kıpırdamamaya eşlik eden kıkırdama ve olduğun yere kazık çakmış olmak, sabitlenmek nedense ilgimi çekerdi.

Oyunlarımızdan bir başkası karagöz-hacıvat oynatmakla bana düştü. Çizgi ya da fotoromanları şerit halinde kesip birleştirmek ve perdenin iki yanındaki çubuk arasında dolaştırıp seyircilerime sunmak meraklarım arasındaydı. Daha sonra dönemin Hayat ve Ses dergilerindeki sinema tanıtım yazılarında kullanılan film karelerini seçip-kesip kareli defterime yapıştırmakla oyunum devam etti.

Aslında farkında olmadan hareketli görüntü ile sabit görüntü arasında gidip gelmişim. Son kararım içinde an’ları barındıran fotoğrafçılık oldu.

Taşlaşmış, donmuş haliyle fotoğraf karesi bakanı durmaya, mola vermeye, düşünmeye zorlar. Durup ağaç dalından bir yaprak koparmak, koparılanı ellemek, incelemek gibi… Bu haliyle kontrol bakanda, sunulan izleyici topluluğundadır. 

Zaten hareket edenin durması, duranın harekete geçmesi bir çekicilik barındırır. Kurmalı oyuncakları aklınıza getirin. Hareket ile durma arasında oyun sürer gider. Kurgu masasındaki ileri-geri, dur-devam oyunu gibi. Yeni tekniklerle birlikte film, video izleme de kurgu masasını taklit etme fırsatını yarattı. Filmden kareler yakalayıp dondurmak, bir çeşit filmden fotoğraflık an’lar koparmak, çekmek gibi oldu. Filmin kendisi de hareketlendirilmiş kareler toplamı olduğuna göre...

Daha başında fotoğraf çekme eyleminin kendisi de durma eylemini kışkırtır. Fotoğrafçının çekim sırasındaki  durma hali çevresindekileri de o yöne bakmayı iter. O bakış; sergilenen, sunulan fotoğraf eseri ile sürer gider. Hatta bakışla beraber fotoğraf; içerdiği anlamı ve onu destekleyen kompozisyon düzenlemeleri yardımıyla harekete bile  geçer.

Kabuki Tiyatrosu

Resim, sinema gibi fotoğraf da üç boyutlu hayatın yüzey üzerinde sanki canlıymış hissini verme eylemini örgütler. Nedeni, koparılan hayat parçasının (görüntü) ölü gibi olmasıdır. Bu örgütlenme sırasında somuttan yaratım sürecini barındıran soyuta sonra tekrar somutun yeni haline döneriz. Esere bakan, canlıymış gibi duran yeni somutu kendi soyutuna dönüştürür. Sonra düşünür, düşünür...

Eski tip sinema seyircisi, durup fotoğrafa bakan düşünceli izleyici kadar şanslı değildi. Eski halleri ile Beyoğlu’ndaki Fitaş’tan, Atlas’dan film bitimi ayrılırken dışarının aydınlık dünyasına ulaşmanın gecikmesini dilerdim. Dar koridorların, merdivenli geçişlerin barındırdığı karanlık  filmi yorumlamak için son fırsatlardı çünkü. 

Bugünün bol ışıklı dünyasının yeni film izleme teknikleri ile (DVD, Video) izleyici de aktif, bilinçli hale geldi. İzleme ortamının karanlık hali eski gizemini yitirdi. 

Walter Murch

KABUKİ TİYATROSU VE POZ KESMEK

“Bir aktörün oyunu aniden hareketsiz, anıtsal bir duruş halinde taşlaşır. Mie denilen bu duruş, önemli bir sahnenin doruk noktasını belirmekte ve özetlemektedir.”

Walter Murch, Göz Kırparken isimli kitabında Japon Kabuki Tiyatrosu’nu bu sözlerle açıklıyor. Bizim meşhur ”karar anı”, Kabuki’de mie (poz), mie yapmak (poz kesmek) olmuş gibi. Duyguların zirveye çıktığı an yani. Sadece duygular mı, güçlü yüz ifadesini destekleyen beden parçalarının geometrik ifadesine ne demeli! 

Seyirciler poz öncesi ve sonrasında övgü dolu sözlerle aktörün adını bağırırlarmış. Çok sayıda poz ve her pozun sahibi olan aktör varmış.  

Çok sayıda karar anı, her anın ustası olan çok sayıda fotoğrafçı gibi.   

 İbrahim Akyürek  İFSAK BLOG   Temmuz 2025 

                            

6 Ağustos 2025 Çarşamba

Sergi / Soğuksu SAHAF

"Yönetenler için de kullanışlıdır canavar: Trafiğin sorumlusu bir türlü alt edilemeyen “Canavar”dır! Düşmanlar birer canavara dönüştürülür, uluslar şehitler üzerine yükseltilir. Açıktır ki canavarların ve ölülerin politik güçleri vardır." Mark Neocleous

31 Temmuz 2025 Perşembe

Orman satarak mı yanarak mı biter?

 

Orman satarak mı yanarak mı biter?

İstanbul Havalimanı’nın yapımı için ÇED raporuna göre 2,5 milyon ağaç kesildi. Kuzey Ormanları Savunması bu rakamın taşocakları, Kuzey Marmara Otoyolu da hesaba katıldığında 13 milyonu bulduğunu söylemiş, 6 bin 500 hektar diye de belirtmişti. 2014, 2015 ve 2018’de tüm Türkiye’de yanan orman alanını miktarı her yıl için 6 bin hektarın altındaydı. İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısı o yıllarda yangınlarda kaybettiğimizden fazlaydı.

Yanan ormanlara üzülüyoruz, kahroluyoruz ancak yıktığımız ormanlarla aynı duygusal bağı kuramıyoruz. İnsanlar bu ilişkiyi kurabilseydi bugün İstanbul Havalimanı, önünde milyonların gözyaşları içinde ağıt yaktığı bir türbeye dönerdi. Yeşil bir mezarlık misali. Tam tersine, milyonlarca ağacın kesildiği bu havalimanı, yanından geçen otoyol, o yolu Anadolu’ya bağlayan üçüncü köprü birçok insana ‘icraat’ diye anlatıldı ve insanlar bu ‘icraatlara’ oy verdiler. Çağımızda ne gördüğümüz bize ne anlatıldığına bağlı.

MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği bir sunumunda mobilya ve ağaç satışıyla Türkiye’nin 6 milyar dolarlık ihracata ulaştığından bahsederek övünüyor. 2000 yılında 2 milyon metreküp olan üretim kapasitesi 7 kat artarak 15 milyona çıkmış. Üretim kapasitesi artıyorsa kesilen ağaç sayısı da artıyordur. Zaten, “Orman Genel Müdürlüğü’nün üretimini artırması mobilya ve ağaç sektörlerinin büyümesinin arkasındaki en büyük itici güçtür” diyorlar. Orman yangınlarıyla kaybın giderek arttığı ve iklim krizi nedeniyle de artmasının beklendiği bu dönemde ağaçları kesip ihraç etmek sizce de yanlış bir politika değil mi?

Prof. Dr. Doğanay Tolunay, 1984-2024 yılları arasında verilen izinlerle (maden, enerji ve turizm tesisleri gibi) 932 bin hektarlık orman alanının kaybedildiğini, 40 yıldaki izinlerin yarısının da 2021-2024 arasında verildiğini belirtmişti. Doğayı bir hiç, üstüne koyduğumuz her betonu yatırım gören anlayışı yıkmadıkça gerçekte ne kaybettiğimizi de anlayamayacağız.

  Orman yangınlarıyla mücadelede en az konuştuğumuz ama belki de en önemli konu ormanla kurduğumuz ilişki. Ormanların bu kadar risk altında olduğu bir dönemde insanı ormanı tüketmekten de vazgeçirmemiz gerekiyor. Orman manzaralı ev, ağaçların arasındaki turistik tesis, parka çevrilmiş ormanlık alan kavramları tarih olmalı. İnsan ormanda yerleşik oldukça elektrik kabloları, sigara izmaritleri, mangal külleri de ormanla tanışıyor. Madenler gibi sanayi tesislerine ormanda çalışma izni vermeyeceğimiz bir döneme girmeliyiz. Özellikle de ihracat amaçlı açılan madenler kırmızı listede olmalı. Endüstriyel hayatın bir parçası olmayı kabul etmiş de olsak gezegenin sınırları olduğu gerçeğini göz ardı ederek yaşayamayız. Kapitalizmin sınırsız tüketimi bizi yok oluşa götürüyor. Yanana üzülüp sattığımıza ve kestiğimize sevinecek bir durumumuz yok. 

Özgür Gürbüz    Birgün  

                              

12 Temmuz 2025 Cumartesi

sunum / İnternet


Irak pastasından Suriye pastasına...

 
Erbil P
astası 
 
İbrahim Akyürek. 2012

    Irak’ın kuzeyinde iş yapan Türk şirketleriyle ilgili haberlere yıllar önce Milliyet Gazetesi’nde rastlamış, şaşırmıştım. O yıllar sayıları 200'ü aşıyordu, şimdi çoğu inşaat alanında 1200 şirket var. Sonra İbrahim Tatlıses’in piyango işlerini alması, inşaat işlerine girmesi haberleri yer aldı. Sonra Kuzey Irak’a giren bankalar, inşaatçılar, oteller, mobilyacılar, enerji şirketleri haberleri. Bu  arada Ahmet Özal çoktan Irak'a girmiş "Özal City" kurmuş, batmış haberimiz olmamış.
     Bizim sol, sosyalist, muhalif basın sermaye hareketliliği ile şiddet arasında pek bağlantı kurmaz. Herkes amatör strateji uzmanıdır. Harita üzerinde toprak, petrol, halk, güç  paylaştırır. Peşine hak, hukuk, halklar, barış, özerklik, emperyal güçler, kendi geleceğini tayin hakkı genellemelerini ekledin mi, tamam. 
     Gerçekten tamam mı? Neyse ki, yakınlarda bir çıt çıktı. Haber.sol.org'da Barzani İmparatorluğu ve enerji şirketleri konusunda araştırma yazısı yer aldı.

.               
İnternet aramasında “Erbil” ve “Türk şirketleri” yazın karşıınıza çıkan şehvet dolu haberleri görmek bedava size. Ortalıkta, benzetmek gibi olmasın ekonomi-politik sömürü pornosu dolaşıyor. Arzular ve çeşit çeşit yatırımlar ortalığa saçılmış. El değmemiş doğası, el atılmayı bekleyen son büyük petrol yatakları, sömürülmeyi bekleyen her milletten el/düşün emeği ile kapitalist terörün yeni arzu nesnesi karşınızda; burası Erbil coğrafyası...

     
    Türkiye’nin Erbil Başkonsolosluğu sayfasına giriş yapın. Karşınıza çılgın bir devlet memuru çıkacak. Bir başka haberde aynı memur, “adeta ihale takipçisi gibi çalışıyoruz” sözleriyle tavanlara sıçrayacak. Öteki yatırım haberlerine bakıyorsunuz... Antepten 30 kişilik işadamı “tarihi, kültürel bağlar” eşliğinde Erbil’e çıkarma yapıyor. Türkiye’nin batısından güzel İzmir, vatansever İzmir boş durur mu, Egeli ve İzmirli yaşlı-genç işadamlarından 25 adamlık iş kuvveti ile Erbil pastasını yakından incelemek üzere Irak’a “giriyor”. Irak’ın “coğrafi ve lojistik avantajları” gözlerini fıldır fıldır döndürüyor. Yutulacak pastanın mezhebi, ırkı, milliyeti, vatanı olmaz deyip incelemelerini şu sözlerle tamamlıyorlar: “Küresel kriz nedeniyle zor günler yaşayan Türk işletmeleri için can simidi oldu".
     Pentagon’un, silah şirketlerinin, Bush ekibinin işgal edip "özgürleştirdiği" Irak burası. İnşa halindeki milli duygularla gaz verilen, BDP'nin uzaktan hayranlıkla izlediği gıcır gıcır ulus-devletin valileri Erbil pastasını gelin paylaşalım diye neredeyse yalvarıyor küresel çetelere. 

     
   Küresel şirketler, çok sayıdaki MHP'li, karadenizden inşaatçılar "kazan-kazan" oyunu oynarken o tarafta; kışladaki, dağdaki gençler "kaybet-kaybet" oyunu ile mezarı boyluyor bizim bu tarafta.
     Arama sırasında BBC’nin "Öteki Irak" başlıklı 8 bölümlük dizisine rastladım. Irak’a giren her milletten işadamı için “ekmek” aslanın ağzında gerçekten. Şu izlenime bakın:  “Bütün önemli binalar gibi, çevresi iki insan boyunda kalın taş bloklarla örülü ve üç titiz aramdan geçerek girilebilen Erbil Sheraton otelinin lobisi, adeta bir ticari ve diplomatik arı kovanı”.
     Yoksulluktan gelme, çok çekmiş Leyla Zana yakın gelecekte bir diplomat ya da işkadını olarak arı kovanının içine düşer mi?  Erbil tarafına baktıkça “vatan, millet, Diyarbakır” heyecanıyla çenesi düşen Osman Baydemir gelecekte kuracağı şirketler grubunun bayraklarıyla Erbil pastasına dalar mı?
     Okuyoruz ki, Erbil pastası %3'lük vergi cennetiymiş. Tek eksiği maaşa bağlanmış nüfus, sanayi ve tarım sektörünün gelişememesiymiş. Yarı liberalizme geçiş süreci yaşanıyormuş. Şerafettin Elçi’nin oğlu Renas Elçi bir yandan partisini kurmuş, bir yandan beş yıllık şirketiyle altyapı işlerine dalmış. Elçi; Türkiye’den gelen işadamlarına çok sıcak davranıldığını sözlerine eklemiş.
     Bütün bunlar olurken, kapitalizm inşa edilirken, pasta yağmalanırken gerekli olacak zam, zulüm, işkence, yolsuzluk, yozlaşmaya karşı birikecek tepki isyanlarını dönüştürmek için bazı islamcı partilerin kenarda yalancı baharı beklediğini anımsatayım.


   Bu yazıyı bitirmek üzereyken Ortadoğu’yu içinden bilen gazeteci Mete Çubukçu’nun “Kürtlerle -sıfır- sorun mu?” başlıklı Radikal’de okuduğum yazısının bitişine bakın: “Türkiye’nin son dönemde, her şeye rağmen en olumlu, tutarlı politikası Irak Kürdistan’ına yönelik. Erbil; Şam, Bağdat, Tahran ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin komşularına göre en az sorun yaşadığı bölge. Bu ileriye Suriye Kürtlerine yönelik de bir ipucu olabilir mi?“
     Çubukçu'nun yazısının üst tarafı “o onu yapmış, bu bunu demiş, o da belki şöyle yaparmış" strateji gevezeliğiyle dolu. Çubukçu; memleketi Türkiye sanki o kadar huzurlu ki, komşularıyla sorunlarına gelecek biçiyor. Çok gezen, savaş gören gazetecimiz Irak huzurunun geçici olduğunu, serbest piyasa ile süslenen ulus-devlet pastasının büyüklüğünün şimdilik geçici huzur verdiğini anlamakta zorluk çekiyor, tarihe ezen-ezilen çarpışmasından bakmadığı için huzursuz 
olmuyor. 
2012

    
“Kürdistan Dünya Kapitalizmine Entegre Edileceği Döneme Giriyor”