İbrahim Akyürek
17 Kasım 2024 Pazar
9 Kasım 2024 Cumartesi
FOTOĞRAF FİLM HAFTASI BAŞLIYOR!
Bu yıl 25'inci yılını tamamlayacak olan Zonguldak Sergi Odası bir dizi etkinliği başlatıyor.
Kasım ve Aralık ayı olarak iki bölümde hazırlanan program iki uzun madenci direnişini hatırlatmayı amaçlıyor.
Bilindiği gibi 1984-85 yılında İngiltere, 1990-91'de ise Türkiye, taş kömürü madencilerinin büyük grevleriyle gündem olmuştu.
Programın birinci bölümü 12 Kasım'da İtalyan yeni gerçekçilik akımının öncülerinden 'Milano Mucizesi' filmi ile başlarken, 14 Kasım'da 'Bir Avuç Cesur İnsan' belgeseli ile devam edecek. 16 Kasım Cumartesi Alaaddin Kara 'Zonguldak ve Sinemaları' söyleşisine konuk olurken, öncesinde Ahmet Özer'in 'Beş Kuruşluk Canlar' belgeseli paylaşılacak. Program, 'Benim Güzel Çamaşırhanem', Billy Elliot (Müzikal) filmlerine ek olarak 'Mükellef' ve 'Işık Yenersu' kısa belgeselleriyle sona erecek.
Etkinlikler boyunca Ahmet Tokyay, Alaaddin Kara ve İbrahim Akyürek'in Zonguldak kömür havzası madencilerine tanıklık eden fotoğraflarından oluşan sergi açık kalacak.
Sergi Odası'nın iki aylık programı, maden işçilerinin yazarı İrfan Yalçın ve naif bir madenci dostu olarak anılan ressam Nedim Günsür'a adandı.
30 Kasım 1990 tarihinde Genel Maden İş Sendikası’nda (GMİS) örgütlü olan maden işçileri greve çıkmıştı.
29 Ekim 2024 Salı
25 Ekim 2024 Cuma
İbrahim Akyürek. 2012
İnternet aramasında “Erbil” ve “Türk şirketleri” yazın karşıınıza çıkan şehvet dolu haberleri görmek bedava size. Ortalıkta, benzetmek gibi olmasın ekonomi-politik sömürü pornosu dolaşıyor. Arzular ve çeşit çeşit yatırımlar ortalığa saçılmış. El değmemiş doğası, el atılmayı bekleyen son büyük petrol yatakları, sömürülmeyi bekleyen her milletten el/düşün emeği ile kapitalist terörün yeni arzu nesnesi karşınızda; burası Erbil coğrafyası...
Okuyoruz ki, Erbil pastası %3'lük vergi cennetiymiş. Tek eksiği maaşa bağlanmış nüfus, sanayi ve tarım sektörünün gelişememesiymiş. Yarı liberalizme geçiş süreci yaşanıyormuş. Şerafettin Elçi’nin oğlu Renas Elçi bir yandan partisini kurmuş, bir yandan beş yıllık şirketiyle altyapı işlerine dalmış. Elçi; Türkiye’den gelen işadamlarına çok sıcak davranıldığını sözlerine eklemiş.
olmuyor.
18 Ekim 2024 Cuma
10 Ekim 2024 Perşembe
2 Ekim 2024 Çarşamba
24 Eylül 2024 Salı
22 Eylül 2024 Pazar
20 Eylül 2024 Cuma
24 Ağustos 2024 Cumartesi
19 Ağustos 2024 Pazartesi
Sıtkı sıyrılan iyi insanlar, lümpenleşen yoksullar
Hayal etmeye pek de gerek yok aslında. Misal hukukçusunuz ve hukuk kurallarına uydukça hep dava kaybediyor, görev yeriniz değiştiriliyor, unvanınız düşürülüyor. Doktorsunuz, modern bilimsel tıp uygulaması yaptıkça hastalar sizden uzaklaşıyor, kimi zaman şiddete bile maruz kalıyorsunuz, üstüne geliriniz de düşüyor. Öğretmensiniz, eleştirel düşünme becerisi geliştirmeye çalıştığınız, kopya çekilmesine izin vermediğiniz öğrencileriniz “bizi dövüyor” diye size iftira atıyor; hediye kabul etmediğiniz, çocuklarının iyi eğitim almasına çabaladığınız veliler işlerine gelmeyen bir durumla karşılaştıklarında sizi CİMER’e şikayet ediyor. Üstelik, müdür de şikayet konusunun yalan olduğunu bilmesine rağmen üzerimde baskı var diye size disiplin cezası veriyor.İMKÂNLAR TÜKENİYOR
Bir değil, iki değil, üç değil. İyi, doğru, dürüst oldukça toplum içinde olma şansınız kalmıyor. Uzak bir Ege köyüne gidip “organik tarım” yapacak birikiminiz de yok! Olsa da, yandaki tarlada olması gerekenin on misli kullanılan tarım ilaçları sizin organik tarlanızı zehir üretim merkezine çeviriyor. Diyelim, üç beş arkadaş metropol dışında bir kooperatif sitesine taşınıp, küçük bir topluluk kurmaya çalıştınız. Bir gecede yapılan imar değişikliğiyle hemen dibinize 30 katlı bir rezidans- ofis- AVM inşaatı başlıyor, kooperatif üyeleri birbirine giriyor, seçtiğiniz başkan usulsüzlük yapıyor vs vs vs.
Yoksulların, göçmenlerin, dezavantajlıların, işçilerin, köylülerin, çiftçilerin hayat koşulları her geçen gün kötüleşirken, kabaca orta sınıftan diyebileceğimiz iyi, doğru, dürüst insanların da bu ilkelerine göre yaşama imkanları tükeniyor.
Ezilen, sömürülenlerle, onlar kadar ezilmeyen öyle ya da böyle hayatlarını idame ettirebilecek iyi, doğru, dürüst insanların birbirlerini bularak, birbirlerinin ortak iyiliği için, bir arada yaşayıp, sömürüye, adaletsizliğe birlikte karşı çıkabilecekleri; velhasıl politika yapabilecekleri imkanlar tıkanıyor. Bu durum iyi insanların sıtkının sıyrılmasına, ezilenlerin ise “lümpenleşmesine” yol açıyor.
Selçuk Candansayar Birgün
18 Ağustos 2024 Pazar
14 Ağustos 2024 Çarşamba
9 Ağustos 2024 Cuma
5 Ağustos 2024 Pazartesi
15 Temmuz 2024 Pazartesi
14 Temmuz 2024 Pazar
Sustukça sıra sana gelmeyecek, keyfine bak!
Şair Kemal Özer tarifini, tanımını çok önceden yapmıştı: “Örgütlü Sessizlik”
Kendi ilgi alanımdan örnek vereyim. Çuval dolusu fotoğraf derneği var. Kendine ilginç isimler takanlar da var. Bir zamanlar olması için çok uğraştığımız Fotoğraf Federasyonumuz bile var. Amatör fotoğrafçılık tarifine bile yakışmayacak bir şekilde yarışmaları azdıran, kuralları ile onaylayıp bir de para toplayan “örgütlü sessizlik”lerden bir tanesi. Kokmaz bulaşmaz, suya sabuna dokunmazlardan.
Amatör fotoğrafçı bile olsanız, çiçek-böcek fotoğrafı da çekseniz, fotoğraf çekim eylemi dikkat toplama çabası, içe dönme fırsatıdır. Sizi hayatın içine sürükler, eleştirel tutum almaya zorlar.
Herkes bilir, tarihi eserlerin orasında burasında uyduruk binalar, tanıtım tabelaları, kocaman elektrik direkleri vardır. Çoğunlukla bunların çerçeveye girmemesi için özel çaba gösterilir. Bir ara elektrik tellerini yok eden bir filtrenin beklenen icadı şakalara konu olmuştu aramızda. Yine o günlerde direkleri, telleri hatırlatarak, “Arada çekim açınıza bunları da sokun” diye Sabit Kalfagil’in yalvarırcasına seslendiğini bilirim.
“Susmamak, suya sabuna dokunmak” derken ağır siyasi konular akla getirilir, çekinilir, uzak durulur. Kalfagil’in uyarısı; Aziz Nesin’in, Vakıf çatısı altındaki çocuklarını anımsatarak “Onlara önce hayatı sorgulamayı öğretiyoruz” sözüyle aynı kapıya çıkar. Hele günümüzde, çıktığımız sıradan bir doğa gezimiz bile söylene söylene dolaşmamıza, kederlenmemize dönüşüyor. Kederlendirenler, öfkelendirenler fotoğrafa yansıyorsa nerede bunlar?
Çok az yansıyor, çünkü “ağır konulardaki” sansür, yasak, tehdit sadece muhatabı olanla sınırlı kalmıyor. Mesaj, tüm ötekiler (sözde uyanıklar) tarafından da alınıyor. Susarsan ya da sorup soruşturup içine atarsan sıranın sana gelmeyeceği sanki garanti sanılıyor.
Cinayete Çağrı, 2004, Haydarpaşa |
22 Temmuz 2004’de Pamukova’da (Sakarya) 41 kişi öldü gitti. O yılların haberlerinden, sadece bir kadının itirazını, haykırışını hatırlıyorum.
41 kişiden, 80 yaralıdan kaç aile, kaç “örgütlenmiş sessizlik” çıkar? O yılların politik iklimini, seçim sonuçlarını akla getirirsek, ölenlerin çoğu kendi ölümlerine oy/onay vermişlerdi aslında. Cinayet yerinin (Pamukova ve şimdi güncellik kazanan Hendek de içinde) yakın tarihlerdeki seçim sonuçlarını merak edip taradım, siz de arayıp bir bakın.
Durum milletimiz için böyle. Akıl vermek, yürütmek kolay.
Peki, bu trenin bir vagonu geziye çıkmış ünlü-ünsüz, sustukça sıranın kendisine gelmeyeceğine inanan bir fotoğrafçı topluluğu, bir dernek tarafından tutulmuş olsaydı. Şu kadarı ölüp, bu kadarı sakat kalmış olsaydı!+++
“Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganı Susurluk Kazası (aynı araçta devlet-siyaset-mafya, 1996) sonrası, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri süresince canlandı. O yıllarda gelecek beklentisi körelmemişti. Banka kartları arasında oynaşmak, tüketim azgınlığı, teknoloji yalakalığı, sanal dünyanın oynak ortamında bıktırırcasına gözlendiği gibi kendi suratına düşkünlük bugünkü kadar değildi. Şimdiyi, bulunduğumuz anı ölümüne yaşamanın teklif edildiği günümüzde bu sloganın işi bitti. Susunca, susarsak başımıza neler geleceği günlerimizi meşgul etmiyor artık. Gıda, çevre, doğa, sağlık üzerinden duyulan bireysel endişeler, korkular gelecek kaygısını içermiyor: “Endişe etmek için endişe” bence. Şirket ağzıyla konuşursak, oyun kurucuların niyetleri belli: Gelecek için endişe gerekiyorsa, bu bir ihtiyaçsa onu da biz piyasaya süreriz, formatlarız, paketleriz, para kazanır, o paraları çocuklarımıza yediririz…
Bütünsel, dayanışmacı, mücadeleci, sorumluluk alan, hesap soran, öfkeli toplumsal kaygıların yerine geçirilmiş, uydurulmuş, reklamcılık sisteminin parça parça piyasaya sürdüğü kullanışlı işler bunlar.
Turgut Özal’ın ”kan kardeşi” Margaret Thatcher’ın 1987’deki sözleri aklımızdan hiç silinmesin: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır."
Manav ve siyasetçi bir babanın kızı olan Thatcher, kendisine oy veren-vermeyen herkesi tek tek, küçük gruplar halinde yakalatıp piyasanın eline teslim etmeyi hedeflemiş anlaşılan.
Kamusallığın işini bitirmenin emri olan bu fikir analığı reklam sektörünün diline yapıştı. Silah, otomotiv, seyahat şirketleri ürünlerini, hizmetlerini satarken (dahası bizim İFSAK bile) şirket ağzıyla “aile” tanımı altında sesleniyor bize. Bıraktıkları aile ne biçim aileyse…Temmuz 2020
8 Temmuz 2024 Pazartesi
F: İbrahim Akyürek, İstanbul, 90'lı Yıllar
Muammer Aksoy, Cumhuriyet’in otomobil sayfasını okusaydı…
İbrahim Akyürek
Bizim çuval dolusu fotoğraf derneğinin memleketin durumu karşısındaki sessizliği karşısında Muammer Aksoy’un bir makalesine yeniden sığınmak istedim.
1986 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazıyı arşivde bulamayınca Aksoy'un kitabına ulaştım. Yazının başlığı şuydu: “Kuruluşlar Görüş Açıklayamazlar mı?”
“Devlet Hukukla Yaşar” isimli kitabın İçindekiler bölümünü tararken “Trafik Haydutları ve Cinayetleri” başlığını yakalayınca sevindim. Çünkü, karayolu trafiğindeki ölümler bizim okumuşların ilgi alanına girmez. Şu anda Covid-19 nedeniyle dünyada ölen insan sayısının yarısı bir yılda karayolu cinayetlerinde kayıp olarak verilse de girmez.
Trafik konusunda yıllarca gazete kesikleri, DVD filmler ve kitaplar arşivleyen biri olarak söylüyorum.
Ölümüne bir sessizliktir yaşadığımız.
Karayollarında yitirilen sanatçılar, bilim, emek, mücadele insanları uzun bir liste tutar. Yine de, en azından bir belgesele, sanatsal bir yaratıcılığa konu olmazlar. Ölüm yıldönümleri gelir, nasıl öldükleri (utanırcasına) açıklanmaz. Unutulmasınlar diye etkinlikler düzenlenir, konuları trafik ölümlerini bir sorun olarak içermez.
Yazıya ve başlığına (Trafik Haydutları ve Cinayetleri) dönersek hemen sevinmeyin. Daha o yıllarda (1976) “Trafik Canavarı” icat edilmemişti. Aksoy makalesinde, beklendiği, alıştırıldığımız gibi sürücüleri, yayaları suçlamıyor. Gelip geçen tüm hükümetlerin yaptığı gibi %95-99 suç sürücülerde demiyor. Aşırı hızı, hatalı sollamayı başımıza kakmıyor. Çok okumuşların, çağdaş kafaların sürücülere, yayalara yönelik “eğitim şart” nutuklarını hiç çekmiyor. Kendi öğrencilerine anlattıklarından yola çıkarak yeterince denetleme ve gerektiği gibi cezalandırmayı kişisel güvenlik açısından “temel hak” sayıyor.
"Trafik alanındaki cinayetlerin faillerinin başta geleni motorlu araçların -trafik kurallarına meydan okuyan sürücüleri- olsa bile" derken, gerçek sorumluları şöyle işaretliyor: Önleyici tedbirleri almayan, trafik sorununu yanlış yönergeye oturtan iktidarlar ve karayolu örgütleri yetkilileri.
Çoğunluğa dahil olup da, azınlık gibi davranmak
Muammer Aksoy daha da ileri gidiyor. Özel arabalar sınırlansın istiyor, paran çok diye istediğin lüks arabayı alamazsın yazıyor, ilaç yerine arabaya/petrole giden dövize üzülüyor.
Cumhuriyet gazetesi her hafta ayırdığı otomobil sayfasında Aksoy’a inat, O’nu üzecek araç modellerinin tanıtımını (gizli reklamını) yapıyor. Benzer sayfa Birgün gazetesinde de vardı. Neyse ki, nasıl geldiyse öyle ortadan kayboldu.
Muammer Aksoy’un makalesinde vurguladığı konuların bu sayfalarda yayınlanma ihtimalini rüyanızda bile göremezsiniz.
O konular neler mi?
Hak edenin ehliyet alması, bakımı geciktirilen yollar, arabaların teknik bakımlarının yetersizliği, özel araba salgını, eşya ve insan taşımacılığının kitle taşımacılığına dayandırılmaması, lüks araçlarla caka satma, alkol denetiminin gevşekliği...
Özellikle yinelemek istiyorum. Bu sekiz sayfalık makalede, “kurallara saygılı olalım” kibarlığı yok. İktidarların sorumluluğunu bireylerin/yurttaşların üstüne yıkmak, günah keçisi yaratıp insancıklara, “eğitim şart” çerçevesinde karşılıklı saygı-sevgi nutukları attırmak yok. Kendimizden suçlu yaratmak yok.
Yurttaş olarak denetim ve cezalandırmayı içeren temel haklarımızı savunmak, ulaşım politikalarını “dış mihraklara” bırakmamak var. Kendi söylemiyle, toplumsal sorunlara “azınlığın aşırı çıkarları, keyifleri, kaprisleri açısından” bakmamak var.
Bana sorarsanız en hazin olan da şu hallerimiz: Çoğunluğa dahil olup da, azınlık gibi davranmak. Arabayla özgürlüğü, rahatlığı, saygınlığı satın alabilirmiş gibi yapıp, yollarda ölenlere, belki de gelecekteki kendi ölümüne yabancılaşmak. "Günah Keçisi" olarak suçlanmayı/suçlamayı göze almak.
Yollarda ölen sanatçı arkadaşlarını, yakınlarını anımsama çabasında olan az sayıdaki insancıkların haberlerine dikkat edin, ölüm nedeni iki satırdan fazla yer tutmaz.
Oysa, yakınları için öfkelerini, sözlerini yanına alıp sokağa çıkan insanlar da var. Nedenleri, sorumluları ve adaleti gündemde tutmak istiyor. İşte, umut veren örnekler: Boray Uras, Yeşim Ayöz, Candy Lightner, Colleen Corcoran, Nesrin Aslan, Mısra Öz Sel, Umut Gündüz ailesi, Evrim ve Ekim kardeşlerin ailesi, Halkevleri, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS), yurdun farklı yerlerinde yol kapatan aynı mahallenin kızgın insanları.
Devlet Hukukla Yaşar, Muammer Aksoy, Cumhuriyet Kitapları, 2021
Mayıs 2021
Boray Uras Ankara Yürüyüşüne Uğurlandı, Bostancı, 2000, F: İbrahim Akyürek |
13 Haziran 2024 Perşembe
31 Mayıs 2024 Cuma
30 Mayıs 2024 Perşembe
Filistin’de yabancı gazeteci yok
1990’lara, Yugoslavya iç savaşına dönelim. Savaşı takip eden gazeteci Aida Çerkez, olan biteni dünyaya duyurmaya çalışırken, ikinci yılın sonunda işi bırakmak istediğini söylüyor. Çünkü sağır insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyor. Sağır insanlar biziz, Avrupa, Asya. Medeniyet ve normal günlerde demokrasi nutukları atanlar.
Aida Çerkez’i işinde tutan bir anısı, Nazi dönemini anlatan yaşlı bir Almanın sözleri oluyor. Nazilerin işledikleri suçlara karşı neden bir şey yapmadığı sorulan yaşlı insan, “bilmiyorduk” yanıtını veriyor. Aida, Bosna’da savaşın ortasında gazetecilik yapmaya devam etmesini şu sözlerle anlatıyor: “Belki savaşı durduramayacaktım ama kimse bilmiyordum diyemeyecekti.”
İsrail yabancı gazetecilerin girişine izin vermeyebilirdi ama sınıra gidip, oradan bu durumun ilan edilmesi bile çok şeyi değiştirebilirdi. Batı, Gazze ve bugün Refah’ta yaşananları Filistinli veya Arap gazetecilerden değil, Batılı gazetecilerden dinlese Batı’nın reaksiyonu değişir miydi? Belki, kocaman bir belki ancak Bosna’daki gazeteci meslektaşlarım bunun faydalı olduğunu, seslerinin duyurulmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Filistinli gazeteciler de bu yönde çağrı yapıyor. O halde bu çağrıya destek olmamız gerekir. BBC, CNN, NBC ve diğerleri. Filistin’de değilsiniz, neredesiniz?
Özgür Gürbüz Birgün