İbrahim Akyürek
30 Eylül 2025 Salı
Anısına
14 Eylül 2025 Pazar
Mallaşıyoruz
“Sayın Hayvanlar”ı anlamak üzerine bir yazı
İbrahim Akyürek 2011
Atilla Öksüz geçenlerde Pusuladaki köşesinde sert bir yazı yazdı. Piknik yeri ve plaj gibi kamusal alanlarda bırakılan poşet, bez, izmarit gibi çöplerin sahiplerine, mangalcılara dokunarak “Sayın Hayvanlar” başlığı altında içini döktü:
“Türklük, Müslümanlık böyle bir şey mi”
“Yarın yeniden buraya geleceklerini nasıl akıl
edemezler”
“Üstelik hepsi okumuş, görmüş geçirmiş, evinde titiz, bahçesinde çöp atmayan mahluklar” dedi.
Yani, hepimizin içinden - dışından kızıp söylendiği noktalara dokundu. Okurları Atilla’nın gözlemlerine katılarak “anlamak mümkün değil” biçiminde şaşkınlıklarını bıraktı.
Ben bu durumlarda gayet sakinim. Nedenini sorarsanız kızgınlığımı fırsata çevirip günümüzde olup bitenleri anlamlandıran kitaplara öncelik tanıyorum.
Daha yarısına gelmediğim, elimin altındaki “Yeni Bireycilik” kitabı “boşuna sinirlenmeyin anlamak mümkün” dedirtiyor insana.
Zaten sanat, bilim anlamak, sakinleşmek çabası değil mi?
Mallaşıyoruz
Piknik ve plaj gibi yerler kamusal alan, toplumun karşılaştığı yerler diyorsanız en başında Reagan’ın, Özal’ın ideolojik ve dönemsel eşiti; Erdoğan'ın tam gazla yolundan gittiği önceli, özelleştirmenin kraliçesi Margaret Teacher'ın “Toplum diye bir şey yok, sadece bireyler ve aileler var” ünlü sözünü kitaba bakarak anımsamakta yarar var.
Birey derseniz, kitabın yazarlarına göre “arzuların özelleştirilmiş bölgesi” oluyor. “Piyasanın yaratıcı yıkımı” bireyi “anlık haz”, “yalıtılmış hazcılık” ile tüketimin nesnesi yapıyor.
“Yarın buraya geleceklerini nasıl akıl edemezler” diye sinirlenen Atilla’yı kitabın iki yazarı şöyle yanıtlıyor sanki: “ne alırsam ben oyum” diye malzemeleri aldılar plaja, pikniğe geldiler. Yediler, içtiler, tükettiler daha sonra “bütün bunlar çok aptal ve anlamsız” diye iç geçirerek kamusal alanı çöplüğe çevirip terk ettiler.
Yolumun üzerindeki dükkanların camlarına bakarken mala, mülke, tüketime davet eden reklam afişlerindeki mutlu insan tipleri bir süredir beni tedirgin etmeye başlamıştı. Mutluluk ağızlarına kondurulmuştu sanki. Sonra sonra ağzın haz almanın tek önemli noktasına dönüştüğünü sezdim. Bunların aklı ağzında demeye başladım. Sinirlenmemek için reklam ve tüketimle ilgili kitaplara öncelik verdim. Kitabın birinde sosyoloji eğitmeni makalesinde reklamlardaki bu suratlara “kamusal yüz” dendiğini belirtip kızgınlık, şaşkınlık gibi yedi ayrı temel yüz ifadesi arasında mutluluk ifadesi oranının %70 olduğunu açıklayınca gözlemci yanım adına sevindim.
Aslında Atilla’ya, şaşırmalarımıza en sağlam yanıtı kapitalizmin eleştirel gözlemcisi Marx veriyor. İnsanın kendi ürettiklerine bile yabancılaşmasına değinen felsefeci giderek malların insan, insanların mal özellikleriyle tanımlandığını vurgular. Gazetelerdeki otomobil reklamları için atılan başlıklara, konan metinlere biraz dikkat edin bu araçların insan özellikleriyle çekici kılındığını anlarsınız.
"Akıllı telefonlar", "akıllı çamaşır nakinelerı", "akıllı evler" çoğalırken; insan aklının ağzında toplanmasına bakarak “Atilla haklı, mallaşıyoruz" dersek sinirlenmiş olmayız, anlamış oluruz.Yeni Bireycilik, Küreselleşmenin Duygusal BedelleriAnthony Elliott - Charles LemertSel Yayınları 20102011
12 Eylül 2025 Cuma
Ne yazdılarsa yaptılar;
“...24 ocak kararlarının eksik yönlerinin 12 Eylül iktidarı tarafından tamamlanması beklenmektedir. Yani KİT’ler ıslah edilmeli, vergi reformu yapılmalı, endüstriyel ilişkiler sosyal adalet ve barış ilişkileri ışığında düzenlemelidir. Ekonomi liberalleştirilmeli, yabancı sermayeye kolaylıklar tanınmalı, devletçilik ancak zaruri hallerde başvurulacak bir uygulama olmalıdır. Ekonomi yeniden yapısallaştırılırken, dünya ekonomisi ile kaynaşmaya geçilmelidir. Çağdışı kambiyo himayeleri bırakılmalı, adım adım Türk lirası konvertibiliteye itilmelidir. Bütçenin açık finansmanından vazgeçilmeli, para basımına siyasi müdahalelerden vazgeçilmelidir. Gereksiz istihdamla devlet kadroları şişirtileceğine işsizlik sigortası ile gerçekçi bir sosyal güvenlik sistemine gidilmelidir. Tutarlı ve kanımızca ülke için yararlı olan budur.”
Milliyet Gazetesi Başyazısı
18 Kasım 1980 (Darbeden iki ay sonra)
10 Eylül 2025 Çarşamba
Filyos Ateş Tuğla Fabrikası,
3 yılda yapıldı, 75 yıl hizmet etti, 7 günde yıkıldı
Cumhuriyetin en önemli sanayi tesisi olarak 1938’de hizmete başlayan Karabük Demir Çelik Fabrikasının refrakter tuğla ihtiyacını karşılamak üzere 1945’te temeli atılıp 1948’de üretime başlayan Filyos Ateş Tuğla Fabrikası, özelleştirilerek, 1997’de, çok ortaklı bir firmaya devredildi. Daha sonra Demir ailesinin eline geçen fabrikanın 2023’de üretimine son verildi. İki aile arasındaki alışveriş nedeniyle İş İnsanı Teoman Papila’ya devredilen fabrikanın üretim birimleri geçtiğimiz yıllarda Düzce’ye taşındı.
BİR HAFTA İÇİNDE ANA BİNA VE EKLENTİLERİ YIKILDIÇeşitli kısımları birinci, ikinci ve üçüncü derece sit alanı üzerinde olan fabrika, 75 yıllık hizmetinin ardından yıkılmaya başladı. Bir hafta içinde ana bina etrafındaki bazı eklentileri yıkılan fabrikadan geriye yalnızca bacası ve etrafındaki mimari önem taşımayan bazı binalar kaldı.ENDÜSTRİ MİRASI OLARAK MUTLAK KORUNMASI GEREKİYORDU
Zonguldak ve Filyosluların hatırasındaki yeri, kentin ekonomik sosyal gelişimine yaptığı hizmet, ülke ekonomisine sunduğu katkı, mimari özellikleri ve erken cumhuriyet döneminin bir eseri olması nedeniyle, bir endüstri mirası olarak mutlak korunması gereken fabrika, 7 günde resmen yok edildi.
33 DÖNÜM ALAN İMARA MI AÇILACAK?
7 Eylül 2025 Pazar
“askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar”
“Savaş Gibi”İbrahim Akyürek, 2011
Filyos’a (Zonguldak) yaptığımız gezilerin birinde sahile paralel yürürken ateş tuğla fabrikası sosyal tesisinin harabe durumunu görünce Mustafa (Eyriboyun) söylenircesine "savaş gibi” dedi.İçimden “doğru, bu bir savaşın sonucu” dedim. Kamu mallarının elden çıkarılması, sosyal tesislerin, lojmanların, devletin işlettiği ne varsa elden çıkarılması, sosyal hakların budanması bir savaş olmadan mümkün mü?Bu savaşın taraflarını hadi söyle derseniz; 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrası Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in şu çok bilinen sözünü anımsatmam yeterli mi: "Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra bizde".
Yetmedi mi, kendi tanıklığımı yinelememe ne dersiniz: Darbenin sabahı radyoda ilk sıkıyönetim bildirileri okunurken balkonlarımızda karşı karşıya geldiğimiz emekli albay “askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar” demişti. Albay tam 12’den vurdu (tutturdu). İşveren Sendikası Başkanlığı yapmış işadamı Turgut Özal’a, askerlerin kurduğu hükümetin ekonomi işleri verildi.
Savaş durmadı, yıllar yılları ve seçimler seçimleri izledi. Ölümleri kuşkuyla dolu, acılarını sadece yakınlarının anımsadığı asker/polis/politikacı/gazeteci/yurttaş listesine bir de Cumhurbaşkanı konumundaki Turgut Özal eklendi.
Ama ben savaş falan ortada görmüyorum derseniz haklısınız. Ortada filmlerden bildiğimiz savaş yok. Tersaneleri, limanları, yaylaları, sahilleri işgal güçlerinin “düşman” askerleri ele geçirmiyor. Alıştığımız, kanıksadığımız, günlük hayatımıza yedirdiğimiz, ölüleri belli ancak savaşçıları, tarafları belirsizleşmiş savaş var ülkemizde ve dünyada.12 Eylül 1980 darbesi sonrası Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri ve işçi temsilcileri yargılanırken askeri savcının “savaş hükümlerine göre” diye bir maddeyi işleme soktuğunu gazetede okuduğumda şimdi bu işin adı doğru kondu demiştim.
Sanmayın ki, bu savaş sadece bizde var. Zonguldak’taki gibi terk edilmiş kamu binaları Almanya'da, Ukrayna’da, Romanya’da, Polonya’da, İngiltere’de de var. 1980’lerde Turgut Özal; generalleri, tankları, kışlayı, televizyonu, camileri, üniversiteleri, sanatçıları, köşeyi dönme meraklısı seçmenini arkasına aldığı zaman, aynı zaman diliminde İngiltere’de Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan medyayı, kanunları, polisi, kiliseyi, uyuşturucuyu yanına alarak kendi iç savaşlarını yürütüyordu. İngiltere’de, Amerika’da maden ocakları kapatılıyordu.Savaş şu anda da sürüyor. Kredi kartlarının, tüketim hırsının ortalığı kaplamadığı, obezitenin bilinmediği, gençlerin uyuşturucuyla kafayı sıyırmadığı, teknoloji başında çocukların günde dört saatini harcamadığı, gıdaların kimyasallarla şişirilmediği, öğrencilerin sınavlarda at gibi yarıştırılmadığı, sabah akşam borsa haberlerinin okunmadığı; arıların, kelebeklerin kafalarına göre uçtukları, insanların dayanışma içinde olduğu “ilkel, gelişmemiş” 22 ülke kalmış. Bu ülkelerin çoğu Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya’daymış..
Haberlere lütfen dikkat edin; şu anda süren iç ve dış savaşların bu bölgelerde geçtiğini hemen bulursunuz. Şu anda bizi en tepeden yönetenlerin yanlarına aldıkları uçak dolusu AKP’li, CHP’li, MHP’li işadamı ile en çok bu bölgelere uçtuklarını keşfedersiniz. İnşaatçı örgütlerinin ticari hesaplarını bu bölgelere göre yaptığını okur, şaşarsınız. Bu uçak dolusu sınır ötesi hırslı erkek girişimcinin eş ve çocuğunun ruh hali nedir diye tasalanırsınız. Belki de “azılı teröristlerin” bu 22 ülkeden çıkmasına benim gibi şaşmaz, uzun bir mola verip “terör”, “terörist" nedir, bize öğretilen tarifler ne işe yarar bir kafa yorsak dersiniz. Bu öğrendiğimiz gibi olmayan kesintisiz savaş hallerinde seçim sandıklarının anlamını bir düşünsek dersiniz.
2011
7 Ağustos 2025 Perşembe
İFSAK BLOG
Ozan Sağdıç Durmaya Övgü: "Kımıldama, Kıpırdama, Kıkırdama Çekiyorum!"
Mahalle oyunlarımızdan biri tıp oyunuydu. Hareket halindeki herkes tıp çağrısıyla dururdu. Kımıldayan oyun dışı kalırdı. Kıpırdamamaya eşlik eden kıkırdama ve olduğun yere kazık çakmış olmak, sabitlenmek nedense ilgimi çekerdi.
Oyunlarımızdan bir başkası karagöz-hacıvat oynatmakla bana düştü. Çizgi ya da fotoromanları şerit halinde kesip birleştirmek ve perdenin iki yanındaki çubuk arasında dolaştırıp seyircilerime sunmak meraklarım arasındaydı. Daha sonra dönemin Hayat ve Ses dergilerindeki sinema tanıtım yazılarında kullanılan film karelerini seçip-kesip kareli defterime yapıştırmakla oyunum devam etti.
Aslında farkında olmadan hareketli görüntü ile sabit görüntü arasında gidip gelmişim. Son kararım içinde an’ları barındıran fotoğrafçılık oldu.
Taşlaşmış, donmuş haliyle fotoğraf karesi bakanı durmaya, mola vermeye, düşünmeye zorlar. Durup ağaç dalından bir yaprak koparmak, koparılanı ellemek, incelemek gibi… Bu haliyle kontrol bakanda, sunulan izleyici topluluğundadır.
Zaten hareket edenin durması, duranın harekete geçmesi bir çekicilik barındırır. Kurmalı oyuncakları aklınıza getirin. Hareket ile durma arasında oyun sürer gider. Kurgu masasındaki ileri-geri, dur-devam oyunu gibi. Yeni tekniklerle birlikte film, video izleme de kurgu masasını taklit etme fırsatını yarattı. Filmden kareler yakalayıp dondurmak, bir çeşit filmden fotoğraflık an’lar koparmak, çekmek gibi oldu. Filmin kendisi de hareketlendirilmiş kareler toplamı olduğuna göre...
Daha başında fotoğraf çekme eyleminin kendisi de durma eylemini kışkırtır. Fotoğrafçının çekim sırasındaki durma hali çevresindekileri de o yöne bakmayı iter. O bakış; sergilenen, sunulan fotoğraf eseri ile sürer gider. Hatta bakışla beraber fotoğraf; içerdiği anlamı ve onu destekleyen kompozisyon düzenlemeleri yardımıyla harekete bile geçer.
Kabuki Tiyatrosu
Resim, sinema gibi fotoğraf da üç boyutlu hayatın yüzey üzerinde sanki canlıymış hissini verme eylemini örgütler. Nedeni, koparılan hayat parçasının (görüntü) ölü gibi olmasıdır. Bu örgütlenme sırasında somuttan yaratım sürecini barındıran soyuta sonra tekrar somutun yeni haline döneriz. Esere bakan, canlıymış gibi duran yeni somutu kendi soyutuna dönüştürür. Sonra düşünür, düşünür...
Eski tip sinema seyircisi, durup fotoğrafa bakan düşünceli izleyici kadar şanslı değildi. Eski halleri ile Beyoğlu’ndaki Fitaş’tan, Atlas’dan film bitimi ayrılırken dışarının aydınlık dünyasına ulaşmanın gecikmesini dilerdim. Dar koridorların, merdivenli geçişlerin barındırdığı karanlık filmi yorumlamak için son fırsatlardı çünkü.
Bugünün bol ışıklı dünyasının yeni film izleme teknikleri ile (DVD, Video) izleyici de aktif, bilinçli hale geldi. İzleme ortamının karanlık hali eski gizemini yitirdi.
![]() |
Walter Murch |
KABUKİ TİYATROSU VE POZ KESMEK
“Bir aktörün oyunu aniden hareketsiz, anıtsal bir duruş halinde taşlaşır. Mie denilen bu duruş, önemli bir sahnenin doruk noktasını belirmekte ve özetlemektedir.”
Walter Murch, Göz Kırparken isimli kitabında Japon Kabuki Tiyatrosu’nu bu sözlerle açıklıyor. Bizim meşhur ”karar anı”, Kabuki’de mie (poz), mie yapmak (poz kesmek) olmuş gibi. Duyguların zirveye çıktığı an yani. Sadece duygular mı, güçlü yüz ifadesini destekleyen beden parçalarının geometrik ifadesine ne demeli!
Seyirciler poz öncesi ve sonrasında övgü dolu sözlerle aktörün adını bağırırlarmış. Çok sayıda poz ve her pozun sahibi olan aktör varmış.
Çok sayıda karar anı, her anın ustası olan çok sayıda fotoğrafçı gibi.
İbrahim Akyürek İFSAK BLOG Temmuz 2025
6 Ağustos 2025 Çarşamba
31 Temmuz 2025 Perşembe
Orman satarak mı yanarak mı biter?
Orman satarak mı yanarak mı biter?
İstanbul Havalimanı’nın yapımı için ÇED raporuna göre 2,5 milyon ağaç kesildi. Kuzey Ormanları Savunması bu rakamın taşocakları, Kuzey Marmara Otoyolu da hesaba katıldığında 13 milyonu bulduğunu söylemiş, 6 bin 500 hektar diye de belirtmişti. 2014, 2015 ve 2018’de tüm Türkiye’de yanan orman alanını miktarı her yıl için 6 bin hektarın altındaydı. İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısı o yıllarda yangınlarda kaybettiğimizden fazlaydı.
Yanan ormanlara üzülüyoruz, kahroluyoruz ancak yıktığımız ormanlarla aynı duygusal bağı kuramıyoruz. İnsanlar bu ilişkiyi kurabilseydi bugün İstanbul Havalimanı, önünde milyonların gözyaşları içinde ağıt yaktığı bir türbeye dönerdi. Yeşil bir mezarlık misali. Tam tersine, milyonlarca ağacın kesildiği bu havalimanı, yanından geçen otoyol, o yolu Anadolu’ya bağlayan üçüncü köprü birçok insana ‘icraat’ diye anlatıldı ve insanlar bu ‘icraatlara’ oy verdiler. Çağımızda ne gördüğümüz bize ne anlatıldığına bağlı.
MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği bir sunumunda mobilya ve ağaç satışıyla Türkiye’nin 6 milyar dolarlık ihracata ulaştığından bahsederek övünüyor. 2000 yılında 2 milyon metreküp olan üretim kapasitesi 7 kat artarak 15 milyona çıkmış. Üretim kapasitesi artıyorsa kesilen ağaç sayısı da artıyordur. Zaten, “Orman Genel Müdürlüğü’nün üretimini artırması mobilya ve ağaç sektörlerinin büyümesinin arkasındaki en büyük itici güçtür” diyorlar. Orman yangınlarıyla kaybın giderek arttığı ve iklim krizi nedeniyle de artmasının beklendiği bu dönemde ağaçları kesip ihraç etmek sizce de yanlış bir politika değil mi?
Prof. Dr. Doğanay Tolunay, 1984-2024 yılları arasında verilen izinlerle (maden, enerji ve turizm tesisleri gibi) 932 bin hektarlık orman alanının kaybedildiğini, 40 yıldaki izinlerin yarısının da 2021-2024 arasında verildiğini belirtmişti. Doğayı bir hiç, üstüne koyduğumuz her betonu yatırım gören anlayışı yıkmadıkça gerçekte ne kaybettiğimizi de anlayamayacağız.
Orman yangınlarıyla mücadelede en az konuştuğumuz ama belki de en önemli konu ormanla kurduğumuz ilişki. Ormanların bu kadar risk altında olduğu bir dönemde insanı ormanı tüketmekten de vazgeçirmemiz gerekiyor. Orman manzaralı ev, ağaçların arasındaki turistik tesis, parka çevrilmiş ormanlık alan kavramları tarih olmalı. İnsan ormanda yerleşik oldukça elektrik kabloları, sigara izmaritleri, mangal külleri de ormanla tanışıyor. Madenler gibi sanayi tesislerine ormanda çalışma izni vermeyeceğimiz bir döneme girmeliyiz. Özellikle de ihracat amaçlı açılan madenler kırmızı listede olmalı. Endüstriyel hayatın bir parçası olmayı kabul etmiş de olsak gezegenin sınırları olduğu gerçeğini göz ardı ederek yaşayamayız. Kapitalizmin sınırsız tüketimi bizi yok oluşa götürüyor. Yanana üzülüp sattığımıza ve kestiğimize sevinecek bir durumumuz yok.
Özgür Gürbüz Birgün
12 Temmuz 2025 Cumartesi
Irak pastasından Suriye pastasına...
İbrahim Akyürek. 2012
İnternet aramasında “Erbil” ve “Türk şirketleri” yazın karşıınıza çıkan şehvet dolu haberleri görmek bedava size. Ortalıkta, benzetmek gibi olmasın ekonomi-politik sömürü pornosu dolaşıyor. Arzular ve çeşit çeşit yatırımlar ortalığa saçılmış. El değmemiş doğası, el atılmayı bekleyen son büyük petrol yatakları, sömürülmeyi bekleyen her milletten el/düşün emeği ile kapitalist terörün yeni arzu nesnesi karşınızda; burası Erbil coğrafyası...
Okuyoruz ki, Erbil pastası %3'lük vergi cennetiymiş. Tek eksiği maaşa bağlanmış nüfus, sanayi ve tarım sektörünün gelişememesiymiş. Yarı liberalizme geçiş süreci yaşanıyormuş. Şerafettin Elçi’nin oğlu Renas Elçi bir yandan partisini kurmuş, bir yandan beş yıllık şirketiyle altyapı işlerine dalmış. Elçi; Türkiye’den gelen işadamlarına çok sıcak davranıldığını sözlerine eklemiş.
olmuyor.
“Kürdistan Dünya Kapitalizmine Entegre Edileceği Döneme Giriyor”