"Kişinin burnunun ucunda olanı görmesi sürekli bir mücadele gerektirir" George Orwell : (Günah Keçisi)

11 Nisan 2024 Perşembe


%97, yani hep suçlanan şu "insan faktörü" üzerine
İbrahim Akyürek


 
Bazı durumlar vardır ki; o durumun yol açtığı ölü sayısının büyüklüğü kadar, aynı oranda o durum konusunda düşünce, tartışma, örgütlenme sayısı da o kadar büyük olsun istersiniz, beklersiniz. Bu durumlardan bir tanesi savaşlar, diğeri trafik kazaları. Bunlara iş kazaları ve yaygın hastalıklar da eklenebilir. İlk iki alanda en çok gençlerin öldüğünü yazar kitaplar. Otomobil markalarını, modellerini ezbere bilen, sahip olma arzusu ile dolu gençler aslında ölüm makinasına tutkuyla bağlanmış olur. 
Günümüzde artık neredeyse her gazetenin emlak, teknoloji sayfası benzeri otomobil sayfası var. Tüketicinin kışkırtılıp uyarılmasında otomobil reklamlarının araştırılmaya değer etkileri var. Trafikteki ölümler üzerine çıkan haber ve yorumların yönünün şaşmasında, ahmakça haber başlıkları atılmasında otomobil reklamlarının yazılı ve görsel medyada önemli yer (para) tutmasının payı olmalı. Reklam gelirleri pastasının yüzde kaçını araç reklamları kapsıyor? Sadece bu pasta payı yüzünden trafik kazaları üzerine “araştırmacı gazetecilik” den uzak duruluyor mu? 
Öte yandan, hep suçlanan şu sürücü, yaya, yolcu yani kaza istatistiklerindeki oranı ile % 97'lik “insan faktörü” ne yer, ne içer, nasıl yaşar bir öğrensek…


Örneğin; 
yaşamaktan bezmiş hissi uyandıran kamyon şoförleri, yolcularını bir mal gibi taşıyan minibüs şoförleri, yol hataları konusunda çok şey bildiklerini sandığımız karayolu işçileri, üzerinde az konuşulan araç kusurlarını ezbere döktürecek oto tamircileri, yolculuk yaparken denk geldiğimiz, evinde otururmuş gibi makamından bize meraklı gözlerle bakan tır şoförleri, ulaşım politikalarının kimlerin hesabına göre yapıldığını açıklayacak olan her şeyin farkında mühendis, devletle kurulan günlük "en sıcak temas" noktası olarak trafik polisleri...
 
Son yıllarda sağlık, gıda, çevre konusunda çok sayıda sorgulayan, uyaran, bilinçlendiren aykırı kitaplar yayınlanıyor. Ancak; trafikte sanatçılar, bilim insanları ve öteki meslek grupları zengin-yoksul demeden kendi iç listelerini oluşturacak kadar önemli kayıplar veriyor. Buna karşın kazaların yarattığı sonuçları, nedenleri ortaya serecek sanat ve edebiyat eserleri, belgesel ve araştırma ürünleri, köşe yazıları küçük bir kitaplığı doldurmayacak kadar yetersiz, daha doğrusu yok dedirtecek kadar az. Bu küçük kitaptaki yazıları bu yokluğa bir tepki olarak kabul edin. 

Fotoğraf: İbrahim Akyürek (Zonguldak'ta bir trafik haftası kutlaması)
İbrahim Akyürek "Hayatımız Trafik" kitabının önsözü  

                    

8 Nisan 2024 Pazartesi

 

Size Hobi Kulübüsünüz Desem…

Bugün en çalışkan gözüken fotoğraf derneklerinin sayfalarına bakınca bu başlık aklıma geldi. Sayfalar dedimse bildik işler; sergiler, atölyeler, gösteriler, geziler, fotoğrafla ilgili makaleler. Bu faaliyetlerin hangi derdi tasası çok ülkede gerçekleştiğini fısıldayan cümlelerin olmadığı tek tip soğuk yüzlü sayfalar.

Tamam da bu işleri bir şirket ya da üç beş arkadaşın yan yana geldiği bir topluluk faaliyeti olarak da yapabilirsin. İnternet ortamı sayesinde hızla yol da alabilirsin. Fotoğraf derneklerinin klasik amaç maddelerini bu yol üzerinden de gerçekleştirebilirsin. Geriye mekan ve para işleri kalıyor. 20-30 yıl öncesine göre çok daha kolay yollar yani "fırsatlar" var. Silahlı Evren paşa ile sivil Özal ortaklığının miras bıraktığı serbest piyasanın içinde yüzüyoruz. "Hayırseverlik" ve "duygu işleri" için paydaş arayan, fon dağıtan kasası kirli şirketler var. Mekan dersen şimdi sanalı da dahil, suya sabuna dokunmazsan şimdi her yer senin.

Bir örgütlenme hakkı olan dernekleri bir hobi kulüp çalışması seviyesine, sinik bir ayara sinsice getirmek haksızlık değil mi?

Ülkemizin en eski iki derneği Ankara’da AFSAD’ın, İstanbul’da İFSAK’ın 70’li, 80’li yıllardaki (darbeleri de içeren ortamlar) toplumsal itirazlarını anımsayın. Ya da anımsamaktan kaçın, ayarı hobiciler seviyesine getirin. Biz de sizi 90’lı yılların ortasından sonra azan, yeni dünya düzeni olarak etiketlenen, turuncu devrim olarak da silahlı silahsız ihraç edilen düzenin yılgınları olarak işaretleyelim.

Adınız gibi bildiğiniz, gördüğünüz kötülükler sindire sindire gelmişken, daha fazlası gelirken bir avuçluk yazarın çizerin sesi yalvarırcasına şuna dikkat çekiyor; derneklerin de içinde olduğu laik, demokrat muhalefetin sessizliği…
 
Madem ki bir hakkın, yani derneğin çatısı altındasın bu örgütlü sessizliğin bir parçası da sensin. Ne moda haline gelen anıtkabir ziyaretleri, ne ulusal anmalarda sayfana yerleştirdiğin Atatürk, ne de bayrak fotoğrafları, ya da yüzyıllık Cumhuriyet adına yaptığın sıradan etkinlikler içini rahatlatmasın. 
Dernek kurma hakkı, yani örgütlenme hakkı kolay kolay  kazanılmamış.  Koskoca ülkelerin tarihinde bile ortalıkta sendikalar, siyasi partiler, vakıflar yokken bu örgütlenmelerin öncülü dernekler olmuş. Sonra onca gelgitlerden sonra günümüze gelinmiş: toplumsal amaç, düşünce, çıkar etrafında birleşmenin temsili olmuş dernekleşme hakkı. 
Bizim fotoğraf dernekleri ise amacı yazmakla yetinmiş, ancak düşünce açıklama, yönetenlerden talepte bulunma ve baskı gücü olmaya gelince sinsice susmuşlar. Serbest  piyasaya sızlanarak uyum sağlamış, ancak liberal kafanın "al kullan" dediği ifade özgürlüğüne bile sahip çıkmamışlar. 

 

Madem öyle, aylardır hayalini kurduğum tez gibi ödevlerim var size. 24 Ocak Uğur Mumcu'nun ortadan kaldırıldığı gün. İlk ödev Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu'na. Uğur Mumcu dosyasını karıştırıp, katillerin izini sürmek sizin olsun. İkinci ödev AFSAD'a. Bahriye Üçok kapısına gönderilen bombayla yok edildi. Dosyayı biraz da siz karıştırın. Üçüncü ödev benim İFSAK'a. Madımak dosyasını açıp okumak, özetini çıkarmak sizde. Dördüncü ödev Onat Kutlar'la AFAD'a, beşinci ödev adını ilk kez duyacaklarını sandığım Ümit Doğanay ile BUFSAD'a, altıncısı Muammer Aksoy için İFOD'a, yedinci ödev İlhan Erdost ile KASK'a.   
Garibim Uğur Mumcu yeryüzünden silinince neler olacağını bilircesine "Ey halkım unutma bizi" demiş. Hobici derneklerim için öneriden ötesine geçen başka bir hayalim var; her ulusal ve toplumsal anma günlerinde Atatürk fotoğrafı yanına bir de okulu, işi, evi yolunda pusuda öldürülen aydınlarımızdan birinin fotoğrafının konulması. 
İbrahim Akyürek, Ocak 2024

           

 

Bir Perde, Bir Cihaz, Bolca Heves
“Doğuştan kör” tabelasının arka yüzüne şunları yazmış yoldan geçmiş biri: “Bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim”. Kör dilencinin geliri artmış.  Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik
“İki Kalas, Bir Heves” söylemi çoğunlukla tiyatrocuların alanına girer. Amatör heyecan varsa iki kalasın sığacağı her mekan tiyatro alanıdır yani.

Bir okula girdiğim zaman koridorları sergi galerisine, sendika ve dernek binalarına uğradığımda salonlarını, odalarını kafamda gösteri yerine dönüştürürüm. Hevesi ateşleyen fikir, amaç varsa dar-geniş her yeri kültür alanı olarak görürüm.

Fikir dedimse çok ağır değil hafif cinsinden. Kısaca, iyilerin duygu ve manevi ihtiyaçlarının karşılanmasını kötülere bırakmama çabası diyebilirsiniz. Örneğin, her yeri kaplayan reklamların hammaddesi duygu. Örneğin, kötülerin kötülüklerini duygular üzerinden aklayıp pazarlamak için kullandığı sanatsal faaliyetler. Ya da sanatçı ve örgütleri ile kurdukları paydaşlık, sponsorluk ilişkileri… Son büyük deprem sonrası görünürlükleri zirve yapan markalı şirketlerle bağlantılı cemiyet hayatının bıktırıcı “sanat iyileştirir” operasyonları.

Operasyon sözcüğünü boşuna kullanmadım. Örgütlü kötüler “duygu avcısı, tasarımcısı” olarak dosyalarını hazırlar, kurbanlarına “duygu atışları” yapar. Bu iş için iyileri; duygu yoğun insanları yani bizim şairleri, bizim yazarları, bizim gazetecileri, bizim yönetmenleri şehvetle kadrolarının içine alırlar.

Madem böyle, avcıların hedefi olan sen, ben, biz kendi duygu alanımıza bir orman gibi sahip çıkmalıyız. Bu nedenle her parti, dernek, sendika, köy konağı, okul, fabrika, muhtarlık, sözümüzün geçtiği her mekanın bir parçası sanat yani duygu, kültür savaşları alanıdır.
 
Sinema; kestirmeden giden, tüm sanatları içine alan, yorgun bedenlere az zamanda bilgi aktaran bir sanat dalı. Bir duvar, bir cihaz, dört sandalye ile sendikanızın, derneğinizin odası eğitim/kültür odası oldu bile. Tiyatro için sahne bile istemez, fazladan bir masa lambası olursa iyi olur.  
Ancak, heveslerimizin önünde yıllanmış içimizden bir engel var: Sosyal ya da politik dedikoduculuk. Dernekçilerin, particilerin ortamı geveze erkek öğrencilerin kantindeki masaları gibidir. Bir de dışımızdan gelen yıllanmamış bir başka engel var. Bir düşünürün gerçek ilişkilerin yerine konan protez olarak tanımladığı "sosyal medya". Yıllar önce, daha masum zamanlarda Şair Kemal Özer; "Sanki televizyondan uzanan bir el çocuğumu benden alıyor" demişti.
Yine de umutsuzluk gevezeliği yapmaya hakkımız yok. Yerelden yerel ötesine uzanan, insanı ayık tutan sonsuz kültür savaşlarının fedaisi olmak en faydalısı. Karşımızda dizilerden reklamlara, futboldan dijital oyunlara uzanan uyuşturucu ağı var. Bunları arkalayan; hem kullanıcı hem satıcı pozisyonunda olan dini imanı bayrağı kasası iç içe geçmiş sınır tanımayan kalifiye elemanlar, torbacılar  var. 
 İbrahim Akyürek , Şubat 2024   
2014