"Kişinin burnunun ucunda olanı görmesi sürekli bir mücadele gerektirir" George Orwell : (Günah Keçisi)

14 Temmuz 2024 Pazar

 

Sustukça sıra sana gelmeyecek, keyfine bak!

İbrahim Akyürek, 2020
Şair Kemal Özer tarifini, tanımını çok önceden yapmıştı: “Örgütlü Sessizlik”
Kendi ilgi alanımdan örnek vereyim. Çuval dolusu fotoğraf derneği var. Kendine ilginç isimler takanlar da var. Bir zamanlar olması için çok uğraştığımız Fotoğraf Federasyonumuz bile var. Amatör fotoğrafçılık tarifine bile yakışmayacak bir şekilde yarışmaları azdıran, kuralları ile onaylayıp bir de para toplayan “örgütlü sessizlik”lerden bir tanesi. Kokmaz bulaşmaz, suya sabuna dokunmazlardan.
Amatör fotoğrafçı bile olsanız, çiçek-böcek fotoğrafı da çekseniz, fotoğraf çekim eylemi dikkat toplama çabası, içe dönme fırsatıdır. Sizi hayatın içine sürükler, eleştirel tutum almaya zorlar.

Herkes bilir, tarihi eserlerin orasında burasında uyduruk binalar, tanıtım tabelaları, kocaman elektrik direkleri vardır. Çoğunlukla bunların çerçeveye girmemesi için özel çaba gösterilir. Bir ara elektrik tellerini yok eden bir filtrenin beklenen icadı şakalara konu olmuştu aramızda. Yine o günlerde direkleri, telleri hatırlatarak, “Arada çekim açınıza bunları da sokun” diye Sabit Kalfagil’in yalvarırcasına seslendiğini bilirim.
“Susmamak, suya sabuna dokunmak” derken ağır siyasi konular akla getirilir, çekinilir, uzak durulur. Kalfagil’in uyarısı; Aziz Nesin’in, Vakıf çatısı altındaki çocuklarını anımsatarak “Onlara önce hayatı sorgulamayı öğretiyoruz” sözüyle aynı kapıya çıkar. Hele günümüzde, çıktığımız sıradan bir doğa gezimiz bile söylene söylene dolaşmamıza, kederlenmemize dönüşüyor. Kederlendirenler, öfkelendirenler fotoğrafa yansıyorsa nerede bunlar?
Çok az yansıyor, çünkü “ağır konulardaki” sansür, yasak, tehdit sadece muhatabı olanla sınırlı kalmıyor. Mesaj, tüm ötekiler (sözde uyanıklar) tarafından da alınıyor. Susarsan ya da sorup soruşturup içine atarsan sıranın sana gelmeyeceği sanki garanti sanılıyor.

Cinayete Çağrı, 2004, Haydarpaşa
Garanti mi dediniz!
22 Temmuz 2004’de Pamukova’da (Sakarya) 41 kişi öldü gitti. O yılların haberlerinden, sadece bir kadının itirazını, haykırışını hatırlıyorum.
41 kişiden, 80 yaralıdan kaç aile, kaç “örgütlenmiş sessizlik” çıkar? O yılların politik iklimini, seçim sonuçlarını akla getirirsek, ölenlerin çoğu kendi ölümlerine oy/onay vermişlerdi aslında. Cinayet yerinin (Pamukova ve şimdi güncellik kazanan Hendek de içinde) yakın tarihlerdeki seçim sonuçlarını merak edip taradım, siz de arayıp bir bakın.
Durum milletimiz için böyle. Akıl vermek, yürütmek kolay.
Peki, bu trenin bir vagonu geziye çıkmış ünlü-ünsüz, sustukça sıranın kendisine gelmeyeceğine inanan bir fotoğrafçı topluluğu, bir dernek tarafından tutulmuş olsaydı. Şu kadarı ölüp, bu kadarı sakat kalmış olsaydı!
+++
“Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganı Susurluk Kazası (aynı araçta devlet-siyaset-mafya, 1996) sonrası, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri süresince canlandı. O yıllarda gelecek beklentisi körelmemişti. Banka kartları arasında oynaşmak, tüketim azgınlığı, teknoloji yalakalığı, sanal dünyanın oynak ortamında bıktırırcasına gözlendiği gibi kendi suratına düşkünlük bugünkü kadar değildi. Şimdiyi, bulunduğumuz anı ölümüne yaşamanın teklif edildiği günümüzde bu sloganın işi bitti. Susunca, susarsak başımıza neler geleceği günlerimizi meşgul etmiyor artık. Gıda, çevre, doğa, sağlık üzerinden duyulan bireysel endişeler, korkular gelecek kaygısını içermiyor: “Endişe etmek için endişe” bence. Şirket ağzıyla konuşursak, oyun kurucuların niyetleri belli: Gelecek için endişe gerekiyorsa, bu bir ihtiyaçsa onu da biz piyasaya süreriz, formatlarız, paketleriz, para kazanır, o paraları çocuklarımıza yediririz…
Bütünsel, dayanışmacı, mücadeleci, sorumluluk alan, hesap soran, öfkeli toplumsal kaygıların yerine geçirilmiş, uydurulmuş, reklamcılık sisteminin parça parça piyasaya sürdüğü kullanışlı işler bunlar.
Turgut Özal’ın ”kan kardeşi” Margaret Thatcher’ın 1987’deki sözleri aklımızdan hiç silinmesin: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır."           
Manav ve siyasetçi bir babanın kızı olan Thatcher, kendisine oy veren-vermeyen herkesi tek tek, küçük gruplar halinde yakalatıp piyasanın eline teslim etmeyi hedeflemiş anlaşılan.
Kamusallığın işini bitirmenin emri olan bu fikir analığı reklam sektörünün diline yapıştı. Silah, otomotiv, seyahat şirketleri ürünlerini, hizmetlerini satarken (dahası bizim İFSAK bile) şirket ağzıyla “aile” tanımı altında sesleniyor bize. Bıraktıkları aile ne biçim aileyse…
Temmuz 2020 
                    

8 Temmuz 2024 Pazartesi

 

F: İbrahim Akyürek, İstanbul, 90'lı Yıllar

Muammer Aksoy, Cumhuriyet’in otomobil sayfasını okusaydı…  
 İbrahim Akyürek
Bizim çuval dolusu fotoğraf derneğinin memleketin durumu karşısındaki sessizliği karşısında Muammer Aksoy’un bir makalesine yeniden sığınmak istedim. 

1986 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazıyı arşivde bulamayınca Aksoy'un kitabına ulaştım. Yazının başlığı şuydu: “Kuruluşlar Görüş Açıklayamazlar mı?”

“Devlet Hukukla Yaşar” isimli kitabın İçindekiler bölümünü tararken “Trafik Haydutları ve Cinayetleri” başlığını yakalayınca sevindim. Çünkü, karayolu trafiğindeki ölümler bizim okumuşların ilgi alanına girmez. Şu anda Covid-19 nedeniyle dünyada ölen insan sayısının yarısı bir yılda karayolu cinayetlerinde kayıp olarak verilse de girmez.

Trafik konusunda yıllarca gazete kesikleri, DVD filmler ve kitaplar arşivleyen biri olarak söylüyorum.

Ölümüne bir sessizliktir yaşadığımız. 

Karayollarında yitirilen sanatçılar, bilim, emek, mücadele insanları uzun bir liste tutar. Yine de, en azından bir belgesele, sanatsal bir yaratıcılığa konu olmazlar. Ölüm yıldönümleri gelir, nasıl öldükleri (utanırcasına) açıklanmaz. Unutulmasınlar diye etkinlikler düzenlenir, konuları trafik ölümlerini bir sorun olarak içermez.
Yazıya ve başlığına (Trafik Haydutları ve Cinayetleri) dönersek hemen sevinmeyin. Daha o yıllarda (1976) “Trafik Canavarı” icat edilmemişti. Aksoy makalesinde, beklendiği, alıştırıldığımız gibi sürücüleri, yayaları suçlamıyor. Gelip geçen tüm hükümetlerin yaptığı gibi %95-99 suç sürücülerde demiyor. Aşırı hızı, hatalı sollamayı başımıza kakmıyor. Çok okumuşların, çağdaş kafaların sürücülere, yayalara yönelik “eğitim şart” nutuklarını hiç çekmiyor. Kendi öğrencilerine anlattıklarından yola çıkarak yeterince denetleme ve gerektiği gibi cezalandırmayı kişisel güvenlik açısından “temel hak” sayıyor.

"Trafik alanındaki cinayetlerin faillerinin başta geleni motorlu araçların -trafik kurallarına meydan okuyan sürücüleri- olsa bile"  derken, gerçek sorumluları şöyle işaretliyor: Önleyici tedbirleri almayan, trafik sorununu yanlış yönergeye oturtan iktidarlar ve karayolu örgütleri yetkilileri.

Çoğunluğa dahil olup da, azınlık gibi davranmak

Muammer Aksoy daha da ileri gidiyor. Özel arabalar sınırlansın istiyor, paran çok diye istediğin lüks arabayı alamazsın yazıyor, ilaç yerine arabaya/petrole giden dövize üzülüyor.

Cumhuriyet gazetesi her hafta ayırdığı otomobil sayfasında Aksoy’a inat, O’nu üzecek araç modellerinin tanıtımını (gizli reklamını) yapıyor. Benzer sayfa Birgün gazetesinde de vardı. Neyse ki, nasıl geldiyse öyle ortadan kayboldu.

Muammer Aksoy’un makalesinde vurguladığı konuların bu sayfalarda yayınlanma ihtimalini rüyanızda bile göremezsiniz.

O konular neler mi?

Hak edenin ehliyet alması, bakımı geciktirilen yollar, arabaların teknik bakımlarının yetersizliği, özel araba salgını, eşya ve insan taşımacılığının kitle taşımacılığına dayandırılmaması, lüks araçlarla caka satma, alkol denetiminin gevşekliği...

Özellikle yinelemek istiyorum. Bu sekiz sayfalık makalede, “kurallara saygılı olalım” kibarlığı yok. İktidarların sorumluluğunu bireylerin/yurttaşların üstüne yıkmak, günah keçisi yaratıp insancıklara, “eğitim şart” çerçevesinde  karşılıklı saygı-sevgi nutukları attırmak yok. Kendimizden suçlu yaratmak yok.

Yurttaş olarak denetim ve cezalandırmayı içeren temel haklarımızı savunmak, ulaşım politikalarını “dış mihraklara” bırakmamak var. Kendi söylemiyle, toplumsal sorunlara “azınlığın aşırı çıkarları, keyifleri, kaprisleri açısından” bakmamak var.

Bana sorarsanız en hazin olan da şu hallerimiz: Çoğunluğa dahil olup da, azınlık gibi davranmak. Arabayla özgürlüğü, rahatlığı, saygınlığı satın alabilirmiş gibi yapıp, yollarda ölenlere, belki de gelecekteki kendi ölümüne yabancılaşmak. "Günah Keçisi" olarak suçlanmayı/suçlamayı göze almak.

Yollarda ölen sanatçı arkadaşlarını, yakınlarını anımsama çabasında olan az sayıdaki insancıkların haberlerine dikkat edin, ölüm nedeni iki satırdan fazla yer tutmaz.  

Oysa, yakınları için öfkelerini, sözlerini yanına alıp sokağa çıkan insanlar da var. Nedenleri, sorumluları ve adaleti gündemde tutmak istiyor. İşte, umut veren örnekler: Boray Uras, Yeşim Ayöz, Candy Lightner, Colleen Corcoran, Nesrin Aslan, Mısra Öz Sel, Umut Gündüz ailesi, Evrim ve Ekim kardeşlerin ailesi, Halkevleri, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS), yurdun farklı yerlerinde yol kapatan aynı mahallenin kızgın insanları. 

Devlet Hukukla Yaşar, Muammer Aksoy, Cumhuriyet Kitapları, 2021 

Mayıs 2021 

Boray Uras Ankara Yürüyüşüne Uğurlandı, Bostancı, 
2000,  F: İbrahim Akyürek