+ + +
^ Balıkesir
^ Balıkesir Yolunda
^ Dallımandıra Köyünde Sergi ve Dia Gösterisi
Sarıyer, İFSAK Fotoğraf Çekim Gezisi
^
F: İbrahim Akyürek Arşivi
“Sayın Hayvanlar”ı anlamak üzerine bir yazı
İbrahim Akyürek 2011
Atilla Öksüz geçenlerde Pusuladaki köşesinde sert bir yazı yazdı. Piknik yeri ve plaj gibi kamusal alanlarda bırakılan poşet, bez, izmarit gibi çöplerin sahiplerine, mangalcılara dokunarak “Sayın Hayvanlar” başlığı altında içini döktü:
“Türklük, Müslümanlık böyle bir şey mi”
“Yarın yeniden buraya geleceklerini nasıl akıl
edemezler”
“Üstelik hepsi okumuş, görmüş geçirmiş, evinde titiz, bahçesinde çöp atmayan mahluklar” dedi.
Yani, hepimizin içinden - dışından kızıp söylendiği noktalara dokundu. Okurları Atilla’nın gözlemlerine katılarak “anlamak mümkün değil” biçiminde şaşkınlıklarını bıraktı.
Ben bu durumlarda gayet sakinim. Nedenini sorarsanız kızgınlığımı fırsata çevirip günümüzde olup bitenleri anlamlandıran kitaplara öncelik tanıyorum.
Daha yarısına gelmediğim, elimin altındaki “Yeni Bireycilik” kitabı “boşuna sinirlenmeyin anlamak mümkün” dedirtiyor insana.
Zaten sanat, bilim anlamak, sakinleşmek çabası değil mi?
Mallaşıyoruz
Piknik ve plaj gibi yerler kamusal alan, toplumun karşılaştığı yerler diyorsanız en başında Reagan’ın, Özal’ın ideolojik ve dönemsel eşiti; Erdoğan'ın tam gazla yolundan gittiği önceli, özelleştirmenin kraliçesi Margaret Teacher'ın “Toplum diye bir şey yok, sadece bireyler ve aileler var” ünlü sözünü kitaba bakarak anımsamakta yarar var.
Birey derseniz, kitabın yazarlarına göre “arzuların özelleştirilmiş bölgesi” oluyor. “Piyasanın yaratıcı yıkımı” bireyi “anlık haz”, “yalıtılmış hazcılık” ile tüketimin nesnesi yapıyor.
“Yarın buraya geleceklerini nasıl akıl edemezler” diye sinirlenen Atilla’yı kitabın iki yazarı şöyle yanıtlıyor sanki: “ne alırsam ben oyum” diye malzemeleri aldılar plaja, pikniğe geldiler. Yediler, içtiler, tükettiler daha sonra “bütün bunlar çok aptal ve anlamsız” diye iç geçirerek kamusal alanı çöplüğe çevirip terk ettiler.
Yolumun üzerindeki dükkanların camlarına bakarken mala, mülke, tüketime davet eden reklam afişlerindeki mutlu insan tipleri bir süredir beni tedirgin etmeye başlamıştı. Mutluluk ağızlarına kondurulmuştu sanki. Sonra sonra ağzın haz almanın tek önemli noktasına dönüştüğünü sezdim. Bunların aklı ağzında demeye başladım. Sinirlenmemek için reklam ve tüketimle ilgili kitaplara öncelik verdim. Kitabın birinde sosyoloji eğitmeni makalesinde reklamlardaki bu suratlara “kamusal yüz” dendiğini belirtip kızgınlık, şaşkınlık gibi yedi ayrı temel yüz ifadesi arasında mutluluk ifadesi oranının %70 olduğunu açıklayınca gözlemci yanım adına sevindim.
Aslında Atilla’ya, şaşırmalarımıza en sağlam yanıtı kapitalizmin eleştirel gözlemcisi Marx veriyor. İnsanın kendi ürettiklerine bile yabancılaşmasına değinen felsefeci giderek malların insan, insanların mal özellikleriyle tanımlandığını vurgular. Gazetelerdeki otomobil reklamları için atılan başlıklara, konan metinlere biraz dikkat edin bu araçların insan özellikleriyle çekici kılındığını anlarsınız.
"Akıllı telefonlar", "akıllı çamaşır nakinelerı", "akıllı evler" çoğalırken; insan aklının ağzında toplanmasına bakarak “Atilla haklı, mallaşıyoruz" dersek sinirlenmiş olmayız, anlamış oluruz.Yeni Bireycilik, Küreselleşmenin Duygusal BedelleriAnthony Elliott - Charles LemertSel Yayınları 20102011
“...24 ocak kararlarının eksik yönlerinin 12 Eylül iktidarı tarafından tamamlanması beklenmektedir. Yani KİT’ler ıslah edilmeli, vergi reformu yapılmalı, endüstriyel ilişkiler sosyal adalet ve barış ilişkileri ışığında düzenlemelidir. Ekonomi liberalleştirilmeli, yabancı sermayeye kolaylıklar tanınmalı, devletçilik ancak zaruri hallerde başvurulacak bir uygulama olmalıdır. Ekonomi yeniden yapısallaştırılırken, dünya ekonomisi ile kaynaşmaya geçilmelidir. Çağdışı kambiyo himayeleri bırakılmalı, adım adım Türk lirası konvertibiliteye itilmelidir. Bütçenin açık finansmanından vazgeçilmeli, para basımına siyasi müdahalelerden vazgeçilmelidir. Gereksiz istihdamla devlet kadroları şişirtileceğine işsizlik sigortası ile gerçekçi bir sosyal güvenlik sistemine gidilmelidir. Tutarlı ve kanımızca ülke için yararlı olan budur.”
Milliyet Gazetesi Başyazısı
18 Kasım 1980 (Darbeden iki ay sonra)
3 yılda yapıldı, 75 yıl hizmet etti, 7 günde yıkıldı
Cumhuriyetin en önemli sanayi tesisi olarak 1938’de hizmete başlayan Karabük Demir Çelik Fabrikasının refrakter tuğla ihtiyacını karşılamak üzere 1945’te temeli atılıp 1948’de üretime başlayan Filyos Ateş Tuğla Fabrikası, özelleştirilerek, 1997’de, çok ortaklı bir firmaya devredildi. Daha sonra Demir ailesinin eline geçen fabrikanın 2023’de üretimine son verildi. İki aile arasındaki alışveriş nedeniyle İş İnsanı Teoman Papila’ya devredilen fabrikanın üretim birimleri geçtiğimiz yıllarda Düzce’ye taşındı.
BİR HAFTA İÇİNDE ANA BİNA VE EKLENTİLERİ YIKILDIÇeşitli kısımları birinci, ikinci ve üçüncü derece sit alanı üzerinde olan fabrika, 75 yıllık hizmetinin ardından yıkılmaya başladı. Bir hafta içinde ana bina etrafındaki bazı eklentileri yıkılan fabrikadan geriye yalnızca bacası ve etrafındaki mimari önem taşımayan bazı binalar kaldı.ENDÜSTRİ MİRASI OLARAK MUTLAK KORUNMASI GEREKİYORDU
Zonguldak ve Filyosluların hatırasındaki yeri, kentin ekonomik sosyal gelişimine yaptığı hizmet, ülke ekonomisine sunduğu katkı, mimari özellikleri ve erken cumhuriyet döneminin bir eseri olması nedeniyle, bir endüstri mirası olarak mutlak korunması gereken fabrika, 7 günde resmen yok edildi.
33 DÖNÜM ALAN İMARA MI AÇILACAK?
“Savaş Gibi”İbrahim Akyürek, 2011
Filyos’a (Zonguldak) yaptığımız gezilerin birinde sahile paralel yürürken ateş tuğla fabrikası sosyal tesisinin harabe durumunu görünce Mustafa (Eyriboyun) söylenircesine "savaş gibi” dedi.İçimden “doğru, bu bir savaşın sonucu” dedim. Kamu mallarının elden çıkarılması, sosyal tesislerin, lojmanların, devletin işlettiği ne varsa elden çıkarılması, sosyal hakların budanması bir savaş olmadan mümkün mü?Bu savaşın taraflarını hadi söyle derseniz; 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrası Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in şu çok bilinen sözünü anımsatmam yeterli mi: "Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra bizde".
Yetmedi mi, kendi tanıklığımı yinelememe ne dersiniz: Darbenin sabahı radyoda ilk sıkıyönetim bildirileri okunurken balkonlarımızda karşı karşıya geldiğimiz emekli albay “askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar” demişti. Albay tam 12’den vurdu (tutturdu). İşveren Sendikası Başkanlığı yapmış işadamı Turgut Özal’a, askerlerin kurduğu hükümetin ekonomi işleri verildi.
Savaş durmadı, yıllar yılları ve seçimler seçimleri izledi. Ölümleri kuşkuyla dolu, acılarını sadece yakınlarının anımsadığı asker/polis/politikacı/gazeteci/yurttaş listesine bir de Cumhurbaşkanı konumundaki Turgut Özal eklendi.
Ama ben savaş falan ortada görmüyorum derseniz haklısınız. Ortada filmlerden bildiğimiz savaş yok. Tersaneleri, limanları, yaylaları, sahilleri işgal güçlerinin “düşman” askerleri ele geçirmiyor. Alıştığımız, kanıksadığımız, günlük hayatımıza yedirdiğimiz, ölüleri belli ancak savaşçıları, tarafları belirsizleşmiş savaş var ülkemizde ve dünyada.12 Eylül 1980 darbesi sonrası Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri ve işçi temsilcileri yargılanırken askeri savcının “savaş hükümlerine göre” diye bir maddeyi işleme soktuğunu gazetede okuduğumda şimdi bu işin adı doğru kondu demiştim.
Sanmayın ki, bu savaş sadece bizde var. Zonguldak’taki gibi terk edilmiş kamu binaları Almanya'da, Ukrayna’da, Romanya’da, Polonya’da, İngiltere’de de var. 1980’lerde Turgut Özal; generalleri, tankları, kışlayı, televizyonu, camileri, üniversiteleri, sanatçıları, köşeyi dönme meraklısı seçmenini arkasına aldığı zaman, aynı zaman diliminde İngiltere’de Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan medyayı, kanunları, polisi, kiliseyi, uyuşturucuyu yanına alarak kendi iç savaşlarını yürütüyordu. İngiltere’de, Amerika’da maden ocakları kapatılıyordu.Savaş şu anda da sürüyor. Kredi kartlarının, tüketim hırsının ortalığı kaplamadığı, obezitenin bilinmediği, gençlerin uyuşturucuyla kafayı sıyırmadığı, teknoloji başında çocukların günde dört saatini harcamadığı, gıdaların kimyasallarla şişirilmediği, öğrencilerin sınavlarda at gibi yarıştırılmadığı, sabah akşam borsa haberlerinin okunmadığı; arıların, kelebeklerin kafalarına göre uçtukları, insanların dayanışma içinde olduğu “ilkel, gelişmemiş” 22 ülke kalmış. Bu ülkelerin çoğu Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya’daymış..
Haberlere lütfen dikkat edin; şu anda süren iç ve dış savaşların bu bölgelerde geçtiğini hemen bulursunuz. Şu anda bizi en tepeden yönetenlerin yanlarına aldıkları uçak dolusu AKP’li, CHP’li, MHP’li işadamı ile en çok bu bölgelere uçtuklarını keşfedersiniz. İnşaatçı örgütlerinin ticari hesaplarını bu bölgelere göre yaptığını okur, şaşarsınız. Bu uçak dolusu sınır ötesi hırslı erkek girişimcinin eş ve çocuğunun ruh hali nedir diye tasalanırsınız. Belki de “azılı teröristlerin” bu 22 ülkeden çıkmasına benim gibi şaşmaz, uzun bir mola verip “terör”, “terörist" nedir, bize öğretilen tarifler ne işe yarar bir kafa yorsak dersiniz. Bu öğrendiğimiz gibi olmayan kesintisiz savaş hallerinde seçim sandıklarının anlamını bir düşünsek dersiniz.
2011