"Kişinin burnunun ucunda olanı görmesi sürekli bir mücadele gerektirir" George Orwell : (Günah Keçisi)

23 Ocak 2025 Perşembe

 

Cinayete Çağrı, 2004, Haydarpaşa
Sustukça sıra sana gelmeyecek, keyfine bak!
İbrahim Akyürek, 2020
Şair Kemal Özer tarifini, tanımını çok önceden yapmıştı: “Örgütlü Sessizlik”
Kendi ilgi alanımdan örnek vereyim. Çuval dolusu fotoğraf derneği var. Kendine ilginç isimler takanlar da var. Bir zamanlar olması için çok uğraştığımız Fotoğraf Federasyonumuz bile var. Amatör fotoğrafçılık tarifine bile yakışmayacak bir şekilde yarışmaları azdıran, kuralları ile onaylayıp bir de para toplayan “örgütlü sessizlik”lerden bir tanesi. Kokmaz bulaşmaz, suya sabuna dokunmazlardan.
Amatör fotoğrafçı bile olsanız, çiçek-böcek fotoğrafı da çekseniz, fotoğraf çekim eylemi dikkat toplama çabası, içe dönme fırsatıdır. Sizi hayatın içine sürükler, eleştirel tutum almaya zorlar.
 
Herkes bilir, tarihi eserlerin orasında burasında uyduruk binalar, tanıtım tabelaları, kocaman elektrik direkleri vardır. Çoğunlukla bunların çerçeveye girmemesi için özel çaba gösterilir. Bir ara elektrik tellerini yok eden bir filtrenin beklenen icadı şakalara konu olmuştu aramızda. Yine o günlerde direkleri, telleri hatırlatarak, “Arada çekim açınıza bunları da sokun” diye Sabit Kalfagil’in yalvarırcasına seslendiğini bilirim.
“Susmamak, suya sabuna dokunmak” derken ağır siyasi konular akla getirilir, çekinilir, uzak durulur. Kalfagil’in uyarısı; Aziz Nesin’in, Vakıf çatısı altındaki çocuklarını anımsatarak “Onlara önce hayatı sorgulamayı öğretiyoruz” sözüyle aynı kapıya çıkar. Hele günümüzde, çıktığımız sıradan bir doğa gezimiz bile söylene söylene dolaşmamıza, kederlenmemize dönüşüyor. Kederlendirenler, öfkelendirenler fotoğrafa yansıyorsa nerede bunlar?
Çok az yansıyor, çünkü “ağır konulardaki” sansür, yasak, tehdit sadece muhatabı olanla sınırlı kalmıyor. Mesaj, tüm ötekiler (sözde uyanıklar) tarafından da alınıyor. Susarsan ya da sorup soruşturup içine atarsan sıranın sana gelmeyeceği sanki garanti sanılıyor.
Garanti mi dediniz!
22 Temmuz 2004’de Pamukova’da (Sakarya) 41 kişi öldü gitti. O yılların haberlerinden, sadece bir kadının itirazını, haykırışını hatırlıyorum.
41 kişiden, 80 yaralıdan kaç aile, kaç “örgütlenmiş sessizlik” çıkar? O yılların politik iklimini, seçim sonuçlarını akla getirirsek, ölenlerin çoğu kendi ölümlerine oy/onay vermişlerdi aslında. Cinayet yerinin (Pamukova ve şimdi güncellik kazanan Hendek de içinde) yakın tarihlerdeki seçim sonuçlarını merak edip taradım, siz de arayıp bir bakın.
Durum milletimiz için böyle. Akıl vermek, yürütmek kolay.
Peki, bu trenin bir vagonu geziye çıkmış ünlü-ünsüz, sustukça sıranın kendisine gelmeyeceğine inanan bir fotoğrafçı topluluğu, bir dernek tarafından tutulmuş olsaydı. Şu kadarı ölüp, bu kadarı sakat kalmış olsaydı!
+++
“Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganı Susurluk Kazası (aynı araçta devlet-siyaset-mafya, 1996) sonrası, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri süresince canlandı. O yıllarda gelecek beklentisi körelmemişti. Banka kartları arasında oynaşmak, tüketim azgınlığı, teknoloji yalakalığı, sanal dünyanın oynak ortamında bıktırırcasına gözlendiği gibi kendi suratına düşkünlük bugünkü kadar değildi. Şimdiyi, bulunduğumuz anı ölümüne yaşamanın teklif edildiği günümüzde bu sloganın işi bitti. Susunca, susarsak başımıza neler geleceği günlerimizi meşgul etmiyor artık. Gıda, çevre, doğa, sağlık üzerinden duyulan bireysel endişeler, korkular gelecek kaygısını içermiyor: “Endişe etmek için endişe” bence. Şirket ağzıyla konuşursak, oyun kurucuların niyetleri belli: Gelecek için endişe gerekiyorsa, bu bir ihtiyaçsa onu da biz piyasaya süreriz, formatlarız, paketleriz, para kazanır, o paraları çocuklarımıza yediririz…
Bütünsel, dayanışmacı, mücadeleci, sorumluluk alan, hesap soran, öfkeli toplumsal kaygıların yerine geçirilmiş, uydurulmuş, reklamcılık sisteminin parça parça piyasaya sürdüğü kullanışlı işler bunlar.
Turgut Özal’ın ”kan kardeşi” Margaret Thatcher’ın 1987’deki sözleri aklımızdan hiç silinmesin: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır."           
Manav ve siyasetçi bir babanın kızı olan Thatcher, kendisine oy veren-vermeyen herkesi tek tek, küçük gruplar halinde yakalatıp piyasanın eline teslim etmeyi hedeflemiş anlaşılan.
Kamusallığın işini bitirmenin emri olan bu fikir analığı reklam sektörünün diline yapıştı. Silah, otomotiv, seyahat şirketleri ürünlerini, hizmetlerini satarken (dahası bizim İFSAK bile) şirket ağzıyla “aile” tanımı altında sesleniyor bize. Bıraktıkları aile ne biçim aileyse…
Temmuz 2020 
                     

21 Ocak 2025 Salı

2016

 Siyaset olgusunu iktidar ilişkileri biçiminde algılayan La Boétie, bugün bile kafaları kurcalayan, "insanların nasıl olup da itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta kulluk etmeyi arzuladıkları" sorununu yapıtının odak noktasına yerleştirir.  

Bu silahların namlusunun günün birinde size dönme ihtimali % 60

 

Dikkat! Yakın Tehlike: % 60

İbrahim Akyürek
"Silahlı olayların nedenine bakıldığında %23,5 oranında aile içi şiddet, %33,8 oranında arkadaş, tanıdık, hısım akraba ve gönül ilişkileri oluşturmaktadır. Silahlı şiddet olaylarının %57,3’ü tanıdıklar arasında gerçekleşmektedir." (Türkiye’de ve Dünyada Bireysel Silahlanma, Umut Vakfı)
Artık eskisi gibi değil. Önceleri, gençliğimizde “Bir uçak şu kadar çocuk mamasına bedel” denir, savaşın getirecekleri bu benzetmeyle kamuya açıklanmak istenirdi. Ya da yakın tarihlerde olduğu gibi, “Savaşa değil sağlığa, yoksula bütçe” sloganı atılırdı. Şimdi, savunma sözcüğü altında yeni model silahların teşhiri yapılıyor. Beraberinde vatan sevgisi, bayrak, yerlilik, millilik pazarlamada “duygu-dolgu” malzemesi olarak kullanılıyor.

Bir zamanlar, silah tüccarlarının dergisi Savunma ve Havacılık dergisindeki reklamlar kafama takılmıştı. Yabancı markalı silahların tanıtım fotoğrafları üzerinde Türk bayrağına yer verilmesini tuhaf karşılamıştım. Bu derginin başka bir ülkede yayınlanan ve sahaflarda denk geldiğim benzerinde Mısır bayrağının bulunması ile aydınlandım. Silah tüccarları, olası müşterilerini bayrakla ayartmayı tercih etmişti.

“Savunma” sözcüğü arkasında gizlenen silahlanmayla ülke insanları, bu gıcır gıcır aletler sadece ülkelerinin güvenliği için kullanılacak kanısına kapılıyor. Silah tüccarlarının “çağdaş” kanadından Otokar’ın bir basın açıklamasını okurken bir aydınlanma daha yaşadım. Şirketin silah sattıkları elliye yakın ülkenin ismi övgüyle sıralanıyordu. Demek ki, devlet-Atatürk-bayrak coşkusu ile içeriye, millete hava atan azgın tüccar öteki ülkelerin “savunmasını” da kolaylaştırıyordu.

Sıkıntı yaratan soru şu; bugün silahların satıldığı dost ve müttefik olarak işaretlenen devletler yarın düşmana dönüşürse ne olacak?


Haber yeni sayılmaz 2012’den Milliyet gazetesinde. Bu yazıdaki Otokar ile de ilgili. Bahreyn’de reform isteğiyle sokağa çıkan Şii muhalif hareketlerin içinden birinin açıklaması “Türkiye’ye Kobra Sitemi” haberiyle yer aldı: “Türkiye barışçıl gösterilerin bastırılması için bu araçları gönderdiğin için teşekkürler.”

Muhalifin sitemi aslında silah ve futbol tüccarı Ali Koç’a olmalı. Fabrika, mal, işçi O’nun. Ancak yapılan iş, silah ve ticareti olunca fabrika babasının malı bile olsa ülke ve bayrakla özdeşleştiriliyor.

 

***

Şimdi gelelim devlet işlerinden aile işlerine

Bir istatistik sonucunu hiç unutmam. Her aile içi şiddet haberinde anımsarım çünkü. Diyelim; evinizin, işyerinizin, aracınızın bir yerinde güvenlik endişesi ile bir silah gizli yerinde kullanılmayı beklesin. Özellikle kadınlar, özellikle çocuklar dikkat! Bu silahların namlusunun günün birinde size dönme ihtimali % 60.

Bireysel silahlanma ile yaşanan şiddetten, yani hayatın kendisinden, Umut Vakfı'nın araştırmalarından çıkan yüzdeler bunlar. Kadına yönelik şiddet haberlerinde yer alan yüzdeler de aynı. En yakın çevre yani eş, nişanlı, arkadaş, yakın akraba, komşu sıralamanın tepesinde yer alıyor. Yani yakın savunma, korunma, ailemin/devletimin direği diye umut bağladığınız gücün başınızın belası olma ihtimali % 60.

***
Şimdi yeniden dönelim devlet işlerine.

Şiddet yine en yakından, en yüce-kutsal yerden geliyor. Koruma ve kollama güçleri aile üyelerini yani yurttaşlarını tam 12’den vuruyor: 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül… (Darbeler 12’li günlere özellikle denk getiriliyormuş...Tarih seçimi de psikolojik savaş taktiğiymiş…)

Özel seçilmiş, yetiştirilmiş, kandırılmış elemanlarını fazlası var azı yok tam dokuz yıl kullanılmak üzere ortakları AKP şebekesine ödünç veren, dinimizin direği diye tapılan Fethullah Gülen tam içimizden değil miydi?

Ordunun, polisin (en iyimser oranla, fazlası var azı yok % 15’i) hizmet hareketinin emrine verilmiş, benzetmek gibi olmasın "özgür türkiye ordusu" çoktan kurulmuş, failler ve mağdurlar vatan dedikleri ortak evde silahlı-silahsız şiddettin tarafı olmuştu.
"Silahlı şiddet olaylarının %44,2’si cadde-sokak gibi topluma açık alanlarda, %30,4 oranıyla failin ya da mağdurun evinde gerçekleşmiştir." Umut Vakfı 
https://www.umut.org.tr/

Ocak, 2025    F: İbrahim Akyürek

                              

3 Ocak 2025 Cuma

Güncelleşen:


Sırrı Süreyya Önder Halit Narin’i yine güldürdü 
İbrahim Akyürek, 2012
Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder, Recai Tetik ile TBMM’de “yüzleşti”. "Bu adam benim işkencecim" dedi. 12 Eylül’ün zoru, zorbalığı bir kez daha anımsandı. 
Önder’in yüzleşme haberini okuyunca 12 Eylül darbesinin ekonomi ayağı, simge isim Halit Narin’in gülmekten yorgun düştüğünü tahmin etmek benim için zor değil.
Boşuna ekonomi ayağı demedim. 28 Şubat darbesi üzerine son günlerdeki tartışmalarda sağcıların, liberallerin ısrarla bu darbenin asıl ekonomi ayağına bakmak gerekir sözleri dikkatimi çekmişti.
12 Eylül darbesi üzerine soldan yazılan makaleler, haberler taransa yaklaşık % 90’ı mağduriyet, acının dillendirilmesi, tanıklık ve öykülendirilmeyi içerir. Geriye kalan yazılar 24 Ocak ekonomi kararları, darbenin ekonomi politiği ve hesap sorma üzerine olarak görülebilir.
12 Eylül referandumu ile birlikte “evet-hayır” kapışması öncesinde 90’lık bölüm de sağcıların eline geçti. Zaman, Türkiye, Bugün ve Sırrı Süreyya Önder’in yazdığı Radikal Gazetesi sol basını aratmayacak kadar, belki daha fazlası 12 Eylül’ün acısını dillerine doladı. Darbenin ekonomisine dokunmayarak mağduriyeti fırsata çevirdiler.
“İşkencecisi ile yüzleşen Süreyya Önder, işkencecisinin ekonomi ayağı durumundaki gazetede yazarak ne yapmaya çalışıyor?” sorusunu sorsam ayıp mı olur!
Ayıp olmaz... Neden derseniz; 6 Kasım 2012 tarihli Radikal Gazetesi’nin Güven Sak isimli ekonomi ayakçısı köşe yazarı “Tarım politikasını artık kentlileştirelim” başlıklı yazısına şöyle başlıyor: 
“Türkiye, 1980’lerde ekonomisini başarılı bir biçimde serbestleştirdi ve işte o serbestleştirme bir büyük yapısal dönüşüme yol açtı.”
Yukarıdaki iki satırın işkenceden beter acısı Önder’in, Sak’ın yakasına yapışmasına yeter.
Şu asıl derin soruyu hep kafamda taşıyorum!
Oturduğum kentin işçisi, emeği, emekçisi bol ortamında; yapısal dönüşümün önünde engel oldukları için bir zamanlar darbelenmiş her kafadan solcuların bugün kasası, siyaseti, medyası, mafyası, sömürüsü büyük irili ufaklı adamların dibinde haz, artık toplamaları nedendir?

 

Recai Tetik’in, Bülent Ulusu'nun Halit Narin’den; Kenan Evren’in Turgut Özal’dan; Faşizmin, Emperyalizmin Kapitalizmden koparılarak ele alınması sadece düşünsel, idelojik bir eksiklik, beceriksizlik midir?
Ya da tanık olduklarımız insani bir durum olarak karşılanıp şöyle mi düşünülmelidir:  "eziyet çeken; eziyet yapan ile eziyet için parayı vereni, azmettireni, azmettiricileri birbirine değdirmeyerek ruhsal bir dinginlik ve kimlik arayışı içinde."
Azmettireni keşfetmek ve keşfedilenin peşine düşmek; teşvik ve ilgi gören imtiyazsız-sınıfsız şu mağduriyet ikliminde mümkün mü?
Aralık 2012
Zonguldak Yazıları Kitabı